Orta Doğu, dünya kapitalist krizinin neden olduğu tüm hastalıkların bir arada ve iç içe geçmiş biçimde yaşandığı bir bölgedir. Mezhepçi şiddet, savaşlar, diktatörlük, nüfusun kitlesel yerinden edilmesi ve devletlerin parçalanması gündemdedir. Burjuva yorumlarının bir kısmı bunu devrime karşı bir uyarı olarak nitelemekteler, bizse bunun tam tersini düşünüyoruz. Son birkaç yılda farklı biçimlerde açığa çıkan barbarlık 2011 bitmemiş devrimlerine karşı, karşıdevrimin bir tür misillemesidir.
Irak ve Suriye, tüm Orta Doğu’yu kaplayan krizin merkezi konumundadır. Emperyalizmden miras alınan düzen en acımasız bir şekilde, farklı gerici güçler ve rejimler arasındaki iktidar mücadelesinin etkisi altında patlamaktadır. Ancak yozlaşmış egemen elitler ve onların emperyalist müttefikleri bölgede görece en stabil ülkeler tarafından bile nefretle karşılanmakta ve güven duyulmamaktadır. Fas’ta son dönemde ortaya çıkan kitlesel gösteriler de bunun bir kanıtıdır. İşçilerin, gençlerin ve aşırı şekilde sıkıştırılmış olan orta sınıfın büyük çoğunluğunda alttan alta var olan öfke, gelecekte kaçınılmaz olarak su yüzüne çıkacaktır. Bu katmanları sosyalist bir alternatif için mücadele edecek şekilde örgütlemek, kapitalizm altında sonu gelmeyecek faciaları durdurmanın tek yoludur.
Genel olarak, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da kişi başına düşen milli gelir 2011’den beri azalmaktadır. Savaştaki ülkelerin ekonomik girdileri tepetaklak olmuş ve altyapıları çökmüş durumdadır. Eşzamanlı olarak, bu ülkelere giren turist sayısı da yok denecek kadar azalmış ve tüm petrol ihraç eden ülkeleri etkileyen petrol fiyatlarındaki düşüşler de yeni bir aşağıya doğru dinamiğin yolunu açmıştır. Bu durum, toplumsal barışı satın almaya alışkın olan Körfez ülkelerinin yönetici elitlerini de çaresiz bırakmaktadır. Suudi Arabistan ve Kuveyt’teki ender görülen sanayi hareketleri de gelecekte daha büyük ölçekte bu ülkeleri nelerin beklediğini göstermektedir.
Suudi-İran Gerilimi
Atlantik’in iki yakasında da Suudi teokrasisine Batı emperyalizminin desteğinin eleştirisi ve ona yönelen düşmanlık gözle görülür bir şekilde artmaktadır. ABD yönetimi ve Suudi yöneticiler arasında şimdilerde yeni bir gerginlik dönemi başlamaktadır. Bu gerilimlere rağmen, ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine silah satışı artmaktadır. Mısır, Irak, İsrail ve Türkiye askeri kapasitelerini pekiştirmektedir. Bu yükselen silahlanma yarışı, farklı güçler arasında şiddetlenen ve yeni çatışma alanları ortaya çıkartan zorlu rekabet ikliminin açık bir göstergesidir. Özelde Suudi- İran gerilimi de bölgede yükselmektedir. Her iki rejim de sekter silahlarını karşılıklı doldurmakla meşguldür. 2011’deki devrimci ayaklanmalar bölgedeki devletlerin vahşi görünüşlerinin ardındaki zayıflıkları ortaya çıkarttığından, mezhepçiliği yükseltmek, bu devletlerin hayatta kalma stratejilerinin bir parçası olmuştur. Ancak petrol ve gaz fiyatları düşük kalmaya devam ettiği sürece bu ülkelerin dış ülkelerde giriştikleri maceralar sürdürülebilir olmayacaktır. Yemen Savaşı, Suudi elitler için tam bir fiyaskoyla, ama her şeyin ötesinde milyonlarca Yemenli için büyük bir belayla sonuçlanmıştır. Milyonlar açlığın kıyısında yaşamaktadır. Bu çatışma aynı zamanda, Rusya’nın Suriye’yi bombalamasını dillerine dolayan ama Suudi rejiminin Yemen’de yaptıklarını görmezden gelen Batılı emperyalist güçlerin korkunç ikiyüzlülüğünü ortaya koymaktadır.
Suriye
Suriye’de uluslararası solun bir kısmı, çoğunluğunu cihatçıların oluşturduğu Esad’a karşı savaşan güçleri masumlaştırarak ya da diğer uçta Esad’a yönelik özürcü yaklaşımlarıyla bir tür “kampçı” davranışı tekrar etme yanılgısına düşmüşlerdir. Büyük oranda dış destekçilerinin, özellikle de Eylül 2015’den itibaren Rus hava kuvvetlerinin yardımıyla Esad rejimi kaybettiği toprakları geri almak için büyük bir karşı saldırıya geçti. İşgal edilmiş olan Doğu Halep’in düşmesi, muhalefetin elindeki son kentsel sığınaklarından birini kaybetmesi anlamına gelecektir. Eğer dışarıdaki Sünni güçler Esad’ın düşmanlarının çarklarını daha fazla yağlamaya karar verirlerse askeri denge yeniden tersine dönebilir. Şimdilik, bu aşamada Esad güçleri alt edilemeyecektir ve güçlenmektedir. İşgal edilmiş ve üzerlerine bomba yağdırılmış nüfusa soluk aldıracak her türlü ateşkese sadece hayırhah yaklaşılabilir. Ancak her türlü ateşkes bu dönemde en iyi ihtimalle kırılgan olacaktır. Esad’ı iktidarda bırakacak uzlaşma çok da hoşuna gitmemesine rağmen, ABD yönetimi böyle bir olasılığı görerek anlaşmaya vardı. Suriye’nin geleceğinde kimin belirleyici olacağı konusunda ABD ve Rusya arasında bir rekabet olmasına karşın, rejim değişikliğine yönelen kapsamlı bir askeri müdahale ABD’nin en etkili askeri stratejistleri tarafından hiçbir zaman ciddi bir seçenek olarak görülmedi. Batı güçlerini Rusya ile doğrudan bir savaşa sokacak “uçuşa yasak bölge” önerileri boş bir tehditten öte değildir. Hillary Clinton bile bunu itiraf etmiştir.
Egemen sınıflar arasında, Libya’ya yönelik askeri müdahalenin tam bir felaket olduğu konusunda yaygın bir görüş birliği bulunmaktadır. Ülkede iktidarda olduğunu iddia eden ve kilit kurumlar üzerinde denetim kurmaya çalışan en az üç hükümetin yanı sıra; milisler, savaş ağaları ve kabileler arası iç savaşların oyun bahçesine dönmüş durumdadır. Geçtiğimiz yıl ülkenin doğu bölgesinde güvenlik endişelerini kontrol altına almak ve halkı milislerden korumak iddiasındaki askeri bir düzenin hüküm sürebileceği öngörüsünde bulunmuştuk. Bu öngörü kısmen doğrulanmış durumdadır. Haziran’da Libya Ordusu Genel Kurmay Başkanı doğu bölgesine bir askeri vali atadı ve pek çok yerel belediye konseyi görevden alınarak yerlerine askeri yöneticiler atandı. AB ve Türkiye arasında göçmenlerin AB’ye geçişini engellemek üzere yapılan anlaşmadan sonra, böyle bir yolculuğa kalkışmak isteyen göçmenler açısından Libya yeniden ana çıkış kapısı haline geldi. Ancak ABD ve Avrupa elitlerinin istikrarlı bir Libya hükümetinin ve uyumlu bir devlet aygıtı kurulabileceği düşüncesi yine de iyimser bir hayalden öteye gidemez. Son dönemdeki savaşlarla birlikte Orta Doğu’da 15 milyon insan yerinden edildi. Bu mültecilerin çok büyük bir çoğunluğunun Lübnan, Ürdün, Türkiye ve Tunus gibi komşu ülkelere göç etmesi ücretlerin azalmasına ve çalışma koşullarının kötüleşmesine neden oldu.
IŞİD Bitirilebilir mi?
Özellikle son iki yıldır IŞİD’in yıkıcı-fedai gücü ve sağ kanat İslamcı terör yeniden gündemin başköşesine oturdu. Salt askeri bir bakış açısıyla IŞİD’e karşı yürütülen kampanya belirli bir başarıya ulaştı. Büyük bir askeri basınç altında kalan IŞİD saflarında özellikle hastalıklı şiddetin yarattığı yabancılaşmayla birlikte kat be kat artan uzlaşmazlıkların daha da büyüdüğü gözlenebiliyor. Çoğunlukla sınıf-dışı unsurlardan oluşan ve dini ve mezhepsel grupların desteğini bir süreliğine alan IŞİD, Sünni nüfus tarafından farklı mezheplerin saldırılarına karşı bir kalkan olarak görüldü. Ancak tanık olduğumuz gibi özellikle kent merkezlerinde gücünü konsolide etmeyi başaramadı. Ancak tüm deneyimler gösteriyor ki, emperyalist bombalar bu gruba ve diğer cihatçı gruplara karşı desteği birden ortadan kaldırmaya yetmeyecek. Emperyalizm ve kapitalizm tarafından yaratılan koşullar radikal bir biçimde dönüşmedikçe bu gibi gruplar hem Orta Doğu’da hem de dünyanın çeşitli başka bölgelerinde ayakta kalmaya devam edecekler.
Irak’ta, İran’ın desteklediği Şii militanlardan oluşan ve Sünni sivilleri taciz ettiği, hatta katlettiği bilinen kendilerine “Halk Toplulukları Birlikleri” (Haşdi Şabi) diyen bir grup, İŞID güçlerine karşı koçbaşı olarak tanıtılıyor ve Irak ordusunda ciddi bir çürümeye neden oluyor. Eski bir Sünni kenti ve Irak’ın ikinci büyük kentsel yerleşimi olan Musul’un geri alınmasında büyük bir insani felaket yaşanıyor. Türk ordusu da bölgedeki Sünnileri koruma gerekçesiyle Musul’a kuzeyden girmek için baskı yapıyor. Bunun arkasındaki nedenin Kuzey Irak’taki PKK askeri varlığını zayıflatmak olduğu açık. Bu durum Türkiye’nin Irak’taki Şii güçleri ile çatışmasını ve böylelikle bölgedeki mezhep çatışmalarına bir yenisini eklenmesini pekala beraberinde getirebilir. Irak’ın ya da Suriye’nin ulusal egemenliğinden ya da toprak bütünlüğünden söz etmek her geçen gün daha fazla içi boş bir retorik halini alıyor. Pratikte her iki ülke de küçük mezhebi ülkelere bölünmüş durumda. Savaş öncesi sınırlara dönmek neredeyse imkansız gibi. Ancak bu süreç ileriye doğru ya da düz çizgisel bir biçimde gerçekleşmeyecek. Mezhepsel parçalanmalar devam ederken bir diğer yandan da bu kabustan uyanmak isteyenlerin birleşik mücadelesinin gerektiğine dair sesler işçiler ve yoksullar arasında yükselmeye başladı. Geçtiğimiz Mayıs ayında çoğunluğu yoksul Şiilerden oluşan ve Mukteda es –Sadr’dan etkilenen binlerce Iraklı ABD’ tarafından korunan “Yeşil Bölge”den geçerek Bağdat’taki Irak Parlamentosu’nun önüne aktı ve New York Times’a “Devrimi Andıran Sahneler” başlığını attıran bir protesto gösterisi gerçekleştirdi. Bu örnek de gösteriyor ki, Orta Doğru’da yeni mücadelelerin ortaya çıkışı ve solun yeniden inşası “saf” bir sosyalist biçim altında gerçekleşmeyecek ve bazı durumlarda dinsel olarak renklendirilecek. Marksist güçlerin yeniden inşası bu gibi hareketlerdeki ilerici güçlerle işbirliğine ve tüm işçiler ve ezilenleri bir araya getirebilecek bir program önerilmesine bağlı. Bu birlik, kendi kaderini tayin hakkı da dahil olmak üzere, ezilenlerin ve azınlıkların haklarını kararlılıkla savunarak yaratılabilir.
Bölgede Kürt Dinamikleri
Irak’ın kuzey bölgesinde savaş Kürtlerin ulusalcı arzularıyla kristalize oluyor. Aynı zamanda bölgede büyük bir ekonomik kriz söz konusu olduğundan, Barzani aşireti işçi sınıfının artan memnuniyetsizliğini ulusal sorunu kaşıyarak örtmeye çalışıyor. Özellikle Kürt Bölgesel Yönetimi’ne (KBY) bağlı olarak çalışan memurlar, maaş kesintilerine karşı bir dizi protesto eylemi gerçekleştirdiler. KBY’nin içinde bulunduğu derin ekonomik kriz de otantik bir kendi kaderini tayin hakkının kapitalizm altında neden söz konusu olamayacağının bir başka örneğini oluşturuyor. KYB’nin durumu Kuzey Suriye’de bir özyönetim modeli olarak ortaya konan Rojava açısından da bir uyarı olarak ele alınmalı. Rojava’da alternatif bir toplum kurma girişimi özellikle on yıllardır temel demokratik hakları inkar edilen Kürtler tarafından sempatiyle karşılandı, Rojavalı kadınlar bölgedeki diğer hemcinslerine göre çok daha iyi bir statü elde etti. Ancak Rojava Anayasası halen özel mülkiyeti bir hak olarak tanıyor, toprak sahiplerinin imtiyazlarını garantiliyor ve PYD liderlerinin emperyalist güçlerle işbirliği içine girmesi kendi kendini yenilgiye uğratan bir stratejiye sahip olduklarını gösteriyor. CWI’ın yerel demokratik hareketlere dayalı yapılar kurma ve işçi sınıfının uluslararası desteğini alabilmek için emperyalistlerle işbirliği yapmamaya dayalı eleştirel yaklaşımı geçerliliğini koruyor.
Türkiye
Ağustos ayında Türk ordusu Suriye’ye ilk doğrudan askeri müdahalesini gerçekleştirdi. Ana amacı Suriyeli Kürtlerin Fırat’ın batısına geçmesini engellemekti. Erdoğan’ın Kuzey Irak’taki Kürt varlığını sona erdirmek doğrultusundaki hedefi şu anda, kendisi gibi bütün yaz boyunca Kuzey’deki Kürt hedeflerini hava saldırılarıyla vuran Esad’ın düşüşünden daha öncelikli hale gelmiş durumda. Türkiye’nin dış politikasındaki eksen kayması, Erdoğan ve Putin yakınlaşmasında da izlenebilir. Bu yakınlaşma aynı zamanda İran ve Türkiye arasındaki bağları da güçlendirmektedir. Suriye savaşında her iki taraf da farklı kutuplarda olsalar da hiçbiri Kürtlerin toprak kazanmasından ve bunun kendi ülkelerindeki olası etkilerinden memnun değiller. Ancak bu, diplomatik ilişkilerin sağlam zeminlere dayandığı ya da Türkiye’nin Suriye’de savaşan Sünni güçleri desteklemeyi bırakacağı anlamına da gelmiyor. Farklı bölgesel güçler arasındaki ilişkiler derin bir düşmanlığa dayanıyor ve yeni kayma ve dönüşler çok olası görünüyor. Bu olgunun arkasındaki nedenlerden bir tanesi, Amerikan emperyalizminin dünya üzerindeki baskın güç olmayı sürdürmesine rağmen, “bölgenin jandarması” rolünü oynayamayacak kadar zayıflamış olması. Bu durum bölgesel güçlerin kendi çıkarlarını ve gündemlerini dayatmasına neden oluyor. Suriye’de Rus etkisinin yeniden güçlenmesi de bu eğilimle uyum içinde gerçekleşiyor.
Batılı liderlerin pek çoğunun Türkiye’deki başarısız darbe girişimi sırasında “bekle ve gör” politikası izlemiş olması, geçmişte övülen Erdoğan rejimiyle ilişkilerin bozulmaya başladığını gösteriyor. Ancak halen bir başka kabul edilebilir alternatifin yokluğu, onu Batılı emperyalist sermayenin ilişkisini devam ettirmek zorunda olduğu bir şeytan yapıyor. 15 Temmuz’da Erdoğan yönetimine karşı gerçekleşen başarısız darbe, ona darbe girişimini kendi lehine kullanma, devlet aygıtında toptan temizlik ve geçici olarak kalan toplumsal tabanını tekrar kontrol etme imkanı verdi. Yaptığı bir siyasal karşı darbenin çok ötesinde ekonomik de bir karşı darbe oldu. Farklı sektörlerde Gülen hareketinin etkisi altında olduğu şüphesiyle pek çok iş ve işletmeye partiye yakın kişilere satılmak üzere el konuldu. Sol eğilimli Halkların Demokratik Partisi (HDP) geçtiğimiz yıl Haziran ayında yapılan seçimlerde Türk seçmenlerden de oy alarak oylarını 6 milyona çıkardı ve işçiler, marjinalleştirilmiş Kürtler ve diğer ezilenlerin politik sesi olma potansiyeli taşıdığını gösterdi. Ancak rejim tarafından Güneydoğu’da Kürt nüfusa karşı canlandırılan savaşta çalan milliyetçi davullar, partinin Kürt olmayan seçmenlerinin desteğini geri çekmesine yol açtı. Bu desteğin geri çekilişi, maalesef Kürt hareketinin bazı fraksiyonları tarafından gerçekleştirilen bireysel terörizm eylemleriyle kolaylaşmış oldu. Darbenin hemen sonrasında kısa vadede Erdoğan rejimi güçlenmiş olabilir ancak darbe öncesinde de karşı karşıya olduğu sorunların hiçbiri ortadan kalkmış değil. Rejim zayıflamış ordusuyla herhangi bir misillemeyle ve hatta yeni bir darbeyle karşılaşmaksızın Suriye, Kuzey Irak ve Güneydoğu’daki askeri varlığını sürdürebilecek durumda değil. Ek olarak Türkiye ekonomisi çok daha kötü bir döneme giriyor. Devletin artan baskısına ve güvensizlik hissiyatına dayalı olarak, geniş kitleler nezdinde şu anda korku egemen. Ancak işçilerin önemli bir kesiminde ve gençlerde gizli bir öfke hakim. Bu öfkeyi Kürtlerin kendi kaderini tayin etme hakkını da savunan birleşik bir işçi hareketi yaratılması yolunda harekete geçirmek, Türkiye’de daha fazla kaosu engellemenin tek yoludur.
Ortadoğu’da Sınıf Mücadelesi
Bölgede pek çok ülkede halen güçlü ve mücadeleci işçi sınıfları mevcut. Bu ülkeler bölgenin geleceğini şekillendirmekte önemli bir rol oynayacaklar. Güçlü baskılara rağmen İran işçi sınıfının çeşitli katmanları sürekli protestolar gerçekleştirecek kadar cesurlar. İran’ın genç nüfusu 2017’deki seçimlerde mücadelede açığa çıkan rejim içindeki çeşitli bölünmeler karşısında toplumsal değişime susamış durumdalar. Kitleler aynı zamanda Mollaların sözde reformist kanadının yarattığı illüzyonu da deneyerek öğrenmiş durumdalar.
Konu işçi sınıfının özgüveni ve kararlılığı olunca güçlü bir sendikal geleneğe sahip olan Tunus’tan bahsetmeden geçmek olmaz. Tunus hala burjuva yorumcuları tarafından 2011 Arap Baharı’nın tek başarısı olarak dile getiriliyor. Ancak Tunus’taki algı bu değil. Devrim süreci devam eden bir ülkede neoliberal reformları dayatmak, kızgın bir boğanın üstüne binmeye benziyor. Ağustos ayında son beş yılda yedinci hükümet göreve geldi. 2017 bütçesinde yer alan kemer sıkma politikaları, sendika bürokrasisi sanayi sektöründe ciddi bir aksiyon almaktan kaçınmasına rağmen, hükümet ve UGTT’yi karşı karşıya getirdi.
Mısır’da Ekonomik Kriz
Mısır ekonomik bir fırtınanın kıyısına geldi. Ağustos ayında yapılan anlaşmayla IMF’ten alınan 12 milyar dolarlık borç, kurumun tarihinde verdiği en yüksek borç miktarı olma özelliğini taşıyor. Aynı zamanda destekleme alımlarının azaltılması ve enflasyon yedi yılın en üst seviyesinde olmasına rağmen Mısır poundunda daha fazla devalüasyon gibi çok ciddi kemer sıkma politikaları şart koşulmuş durumda. Bu yıl henüz bitmeden 500’den fazla işçi eylemi yapıldı. Sınırlı olmasına karşın yine de insanların korku duvarını aşmaya başladığı görülüyor ve kolektif eylemin yolunda gidiyorlar. Sisi rejimi tarafından uygulamaya koyulan ekonomik tedbirler, hükümetin ana destekçisi olan orta sınıfı da doğrudan etkiliyor. Petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş, Körfez ülkelerinin Mısır’ı finansal olarak desteklemesini zorlaştırıyor. Daha da ötesinde, Suudi hükümeti Mısır’da yaptığı kimi yatırımları da durdurdu. Suudi petrol şirketleri de farklı Suriyeli muhalif gruplara destek oldukları için, Mısırla karşılıklı petrol gemisi seferlerini askıya aldı. Bu durum aynı zamanda bölgesel güçlerin aynı mezhepten olduklarında bile farklı grupları destekleyebileceğini, bunun sorunsuz olmayacağını gösteriyor.
Aynı dönemde, Suudi Arabistan’dan İsrail’e giden bir heyet, İran’a karşı olmanın karşılıklı çıkarları gereği olduğu yönünde örtük bir beyanatta bulundu. İsrail’de Netanyahu hükümeti Mısır’da Sisi ile çok yakın işbirliği içinde bulunuyor. Gazze’ye yönelik abluka sıkılaştırılıyor. İsrail rejiminin işgal ettiği topraklarda ağır baskı ile birlikte yoksulluk da günden güne artıyor. Artan Yahudi yerleşimlerinin yanı sıra, Filistin’in ana siyasi partilerinin hiçbirinin ileriye doğru bir atılım içinde olmaması ve görünür gelecekte İsrail’in herhangi bir taviz vermeye yanaşacak gibi olmaması, durumu içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Bunun ana göstergelerinden bir tanesi Doğu İsrail’de aylardır salgın gibi yayılmış bireysel terör saldırıları. Kanın durmamasını hedefleyen bu gaddarca senaryodan ve Gazze’de savaşın şiddetlenmesinden tek kaçış yolu her iki rejime karşı büyüyen kitle hareketleri olabilir. Her iki tarafta da küçük birer grup iki devletli çözümün mümkün olduğuna inanmaya devam ediyor. Çok çok daha az bir kitle ise tek devletli çözümün mümkün olduğunu düşünüyor. Bu da CWI’ın Orta Doğu’da kapitalist sistem içinde ulusal sorunun çözülemeyeceği tespitini doğrular nitelikte. Sadece sosyalist bir dönüşüm hem Filistinlilerin temel hak ve isteklerini hem de İsrailli Yahudilerinkini karşılayabilir. Sağ kanat Netanyahu hükümetinin belirli bir vadesi var. Bölgede süregiden karşı devrim, sol güçlerin zayıflığı ve ekonomik büyümenin yavaşlaması bunun nedenleri arasında. Temel olarak çok güçsüz ve geçici bir koalisyon hükümeti ile karşı karşıyayız. Ulusal çatışmayı ele alış biçimi, askerlerden siyasilere kadar pek çok kişi tarafından eleştiriliyor. İsrail’de ulusçu şovenizm halen egemen bakış açısı ise de, “açgözlü kapitalizme” karşı işçi sınıfının ve orta sınıfların öfkesi de büyüyor. Bunların içinde bazı katmanlar dini temelli milliyetçi tepkiye de karşı çıkıyor ve işgale karşı protestolar da giderek artıyor.
Ana akım medya tarafından yansıtılmasa da Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da işçilerin, yoksulların ve gençlerin yerel direnişleri söz konusu. Barbarlık eğilimi tüm bölgeyi tehdit ediyor. Ancak bundan beş yıl önce tüm halkları tiranlığa karşı sokağa döken nesnel koşullar bugün o günkünden çok daha gerçek olarak karşımızda. Gelecekte yeniden kitlesel ayaklanmalar ve devrimci Marksizm’in güçlerini yaratmak için fırsatlar açığa çıkacak. Tanık olduğumuz süreç, geleceği henüz belirsiz olan uzatmalı bir devrim – karşı devrim ve bu hayati önemdeki bölgede CWI’in seksiyonlarını güçlendirme süreci.
İŞÇİ ENTERNASYONALİ KOMİTESİ (CWI)’nin Aralık ayında gerçekleştirdiği yönetim toplantısının dökümanlarından