“Kimlik siyaseti” toplumu neden değiştiremez |Marina KONTARA

Views 542
Okuma Süresi14 Dakika

Marina KONTARA, 20/12/2021

“Kimlik siyaseti”, feminizmin “üçüncü dalgasının” 1  parçası olan bir teoridir. 1970’lerin sonundaki “ikinci dalga” sırasında doğmuş olmalarına rağmen, esas olarak 1980’lerde ve 1990’larda, Marksist fikirlerin önemli ölçüde gerilemede olduğu bir dönemde gelişti. 

Kimlik siyaseti, 1960’ların feminist ve insan hakları hareketlerinden kaynaklanır ve esas olarak Batı dünyasında, akademik ve orta sınıf ortamlarında serpildi. Bu kuram genellikle postmodernizmin içinde değerlendirebilir2 ve sosyal liberalizm akımında yer alan çeşitli fikirlerle3 örtüşür. Farklı toplumsal katmanların ezilmekten kaynaklı sorunlarını çözümlemeye ve yanıt vermeye çalışan bir akımdır. 

Şu düşünce bu akımın merkezinde yer alır: “Her birey, yaşadığı baskıyla ilgili temel bir kimlik çerçevesinde kendini tanımlar”. Bu baskıya dayalı olarak ortaya çıkan kimlik, bireyi karakterize eden veya oluşturan çeşitli nitelikler arasında baskın olandır: Kadın, siyah, göçmen, engelli vb.

Böylece birey dünyayı ve kendini bu prizma aracılığıyla, yaşadığı deneyimlerle anlamlandırır -ve bu şekilde yaşadığı baskıyı anlar. Bu durum bireyi tanımlar ve benzer deneyimlere sahip kişileri aramaya, onlara katılmaya ve hayatlarını iyileştirmek için birlikte çaba göstermeye sevk eder. 

Bizler deneyimlerimiz miyiz?

Dünyayı kişisel deneyim yoluyla anlamak, Kimlik Siyaseti teorisi için büyük önem taşır; bu nedenle, benzer deneyimlere sahip olmayanlar, verili sosyal grup veya kolektif alandan dışlanır veya marjinalleştirilir. 

Örneğin bir kadın aynı anda anne, işçi, kız evlat veya arkadaş olabilir; ama öncelikle kadın olarak kendi niteliğiyle özdeşleşir, çünkü bu nitelik aracılığıyla ezilmeyi deneyimler. Bu kimliğe sahip olmayanlar (kadın olmayanlar) bu deneyimleri anlayamazlar ve bu nedenle kadınların yaşamlarını iyileştirme çabalarıyla dayanışma içinde olabilirler, ancak hareketin eşit üyeleri olamazlar. 

Bu noktada “kimlik siyaseti”, çoklu baskılar yaşayan, örneğin aynı zamanda lezbiyen olan siyah bir kadın gibi insanların olduğu “kesişimsellik” ile buluşuyor. Bu kişiler potansiyel olarak birden fazla grup/baskı ile özdeşleşirler. Bu anlamda farklı kimlikler arasında ittifaklar olabilir ama biri diğerinin yaşadığı baskının özünü asla algılayamayacağı için bu ittifaklar koşullu olur ve derinleşemez.

İç içe ve ilişkili ancak özdeş olmayan bu iki teori, ırk, cinsiyet vb. herhangi bir baskıya maruz kalmayan grupların/kişilerin ayrıcalıklı olduklarını ve bu nedenle imtiyaz kuramadıklarını ve dolayısıyla zulmü algılayabilecek durumda olmadıklarını öne süren “ayrıcalık teorisi” ile de kesişmektedir (çünkü böyle bir deneyimleri yoktur). Bu varsayımdan yola çıkarak otomatik olarak karşı kampa yerleştirilirler – ya da en azından diğer grupların maruz kaldığı baskıyı konuşamazlar, sadece dinlemeleri gerekir. 

Bu nedenle genel olarak beyaz heteroseksüel erkek, kökenleri, ekonomik durumları ve istihdam durumları vb. ne olursa olsun, piramidin tepesinde yer alır. Bu bağlamda, partnerinizden ayrıldığınız için öldürülme tehlikesi altında olmamak (verili bir temel insan hakkı olarak görülmek yerine) bir “ayrıcalık” niteliği taşır.

Batı gözlükleriyle dünyaya bakmak

Bu teorilerin Batı dünyasında, özellikle ABD ve İngiltere’de geliştirildiğini, dolayısıyla bakış açılarının temelde Batı merkezli olduğunu belirtmek önemlidir. 

Destekçilerinin temel amacı görünürlük ve hak talep etmektir. Başka bir deyişle, vurgu, ezilen grupların (kadınlar, LGBTQI insanlar, beyaz olamayanlar – POC, yerli halklar, vb.) onlarca yıldır aşağı olarak görüldüğü ve onlara muamele edildiği, bu nedenle farklılıklarının, sorunlarının ve hatta kültürlerinin toplumun geri kalanı tarafından neredeyse bilinmediği – neredeyse görünmez oldukları gerçeği üzerindedir.

Kimliklerinin uyanmasıyla birlikte sadece yıllardır mahrum kaldıkları hakları talep etmekle kalmazlar, varlıklarının, koşullarının, yaşadıkları zorlukların ve alt kültürlerinin (örneğin onları ayıran sosyal ve kültürel yönleri olan gey topluluğu veya Afro-Amerikan topluluğu) tanınması için başkaları tarafından “görülmeye” de ihtiyaç duyarlar. 

Aynı zamanda, özellikle cinsiyetin bastırılmasıyla ilgili olarak, bireyin imajını ve kendisine ilişkin deneyimini yansıtan dil ve zamirlerin kullanımı (örneğin he/she yerine they/them, tüm sonlarda @ kullanımı veya bazı dillerde nötr cinsiyet vb.) önemli bir konu haline gelmektedir. 

Kapsayıcı konuşma elbette gerekli ve uygulanmalıdır, ancak baskı ve ayrımcılık sorununa bir çözüm olarak görülemez. Aynı zamanda, kadın hareketiyle ittifak halinde olan kişilerin, bu dile aşina olmayabilecekleri için düşmanca veya aşağılayıcı bir şekilde muamele görmeleri de sorunludur. Bu tutum bazen deneyimleri, olayları ve durumları baskı ışığında (ezilenlerin bakış açısından) ve esas olarak kimlik ideolojileri aracılığıyla yeniden yorumlama girişiminde, belirli yeni kelimelerin kullanılması mücadelesinin tükenmesine neden olur.

Kapsayıcı bir dil kullanmak ne kadar önemliyse, dilin harekete katılabilecek insanları yabancılaştırmaması da önemlidir. Ancak, halka açık toplantılarda, kitlesel çekiciliğe sahip metinlerde vb. kullanılan dil, izleyicinin kafasını karıştıracak kadar uzmanlaşmışsa, aslında asıl amacı olan değişim için bir araç olmakta başarısız olur. 

Öte yandan, sınıfsal baskıyı, herkesin maruz kaldığı temel baskı/sömürü olmak yerine, toplumsal cinsiyet/köken/din/vb.’nin yanında başka bir baskı biçimi olarak algılamaları oldukça sorunludur. Örneğin, sıklıkla, “sınıf ayrıcalığı” ifadesi, kapitalist sınıfa yapılan göndermenin yerini alır. 

Malzeme durumu: çok önemli bir parametre

Yukarıdakilerin ışığında, kimlik siyaseti toplumu baskı ve hak istismarı prizması üzerinden analiz eder, ancak nedenleri ayrımcılık yaratan sömürücü sistem içinde konumlandırmaz. 

Ancak gerçekte, sistemin sömürüyü güçlendirebilmesi ve sermayenin karlılığını maksimize edebilmesi için toplumda çeşitli baskı biçimleri bir arada bulunur. Bu baskıların temelinde, egemen sınıfın savunduğu “böl-yönet” tutumu ve mazlumların haklarını arama konusunda daha zayıf durumda olmaları yatmaktadır. Ancak kimlik siyaseti, kapitalist sistemin temeli olan sömürü ile baskıyı ilişkilendirmez. 

Bu nedenle, maddi dünya ve ekonomik gerçeklikle ilgili çözümler aramada başarısız olurlar: görünürlük ve haklarla ilgili iddiaları vardır, ancak bunları maddi bağlamdan, maddi koşullardan, yani ekonomik boyutlarından koparırlar.

Örneğin kadın cinayetlerinde sebep sadece faillerde aranır: Fail kadın düşmanı (veya ırkçı suç vakalarında ırkçı) olduğu için tek suçlu olarak tanımlanır, failin ortaya çıktığı ve hareket ettiği sosyal bağlam sorgulanmaz.

İnsanların nefret, kin, kötü kişisel nitelikler veya fikirler nedeniyle suç işledikleri veya istismar ettikleri iddiası açık bir totolojidir. Soru, onları nefret etmeye neyin yönlendirdiği, bu özellikleri neyin şekillendirdiğidir. Bu soru sorulmazsa, çözüme götürecek bir cevap olamaz.

İnsanlar, hayatlarını katlanılır kılacak maddi unsurlardan yoksun olduklarında ortaya çıkan umutsuzluk yüzünden suça sürüklenebilirler. İnsanlar ayrıca kendilerini tanımlayan sosyal ve ekonomik bir bağlam içinde doğar ve şekillenirler. Dolayısıyla onların nasıl davrandıklarını incelediğimizde, bağlamı susturup bireyi ve eylemi o bağlamdan koparmak yanlış olur.

Bütün bunlar hiçbir şekilde bu tür eylemlerde bulunan bireyleri haklı çıkarmayı ima etmez ve suçları için en ağır cezaları talep etmediğimiz anlamına da gelmez. Ancak amacımız, toplumsal bir fenomen söz konusu olduğunda, ona yol açan toplumsal nedenleri aramanın zorunlu olduğunu, çünkü ancak o zaman ortadan kaldırılabileceğini söylemektir.

Kadın cinayetlerini ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti ortadan kaldırmak için, örneğin, sağlıklı bir insan ilişkisi için kesinlikle gerekli unsurlar olan sevgi, saygı, ötekine yönelik baskının tanınması yeterli değildir. Feminist harekette bazılarının savunduğu gibi, “erkekleri öldürmemek için eğitmek” de yeterli değildir. Kadınların nesne veya mülk olarak algılanmadığı ve erkeklerin fiziksel güçlerini kendilerini empoze etmek için kullanmayı makul görmedikleri bir sosyal ve ekonomik bağlam yaratmamız gerekiyor. Bu sadece bir eğitim meselesi değildir. Aynı zamanda, uygun maddi koşullar kesinlikle gereklidir. Yoksulluk ve umutsuzluk içinde yaşayan insanların başkalarının haklarına saygı duymalarını ve kendi aralarında (bugünkü gelişmiş sanayileşmiş ülkelerdeki anlamıyla) “medeni” bir şekilde hareket etmelerini beklemek gerçekçi değildir. Ekonomik krizlerle karşı karşıya kalan ülkelerde toplumsal cinsiyet ve aile içi şiddet olaylarının çarpıcı biçimde artması tesadüf değildir.

Daha önce de belirtildiği gibi, bazı insanları suça sürükleyebilecek maddi sebepleri kabul etmek, suçluyu aklamaz: Aksine, bu analiz, sorunun gerçek köklerini tespit etmek ve başka suçları önlemenin yollarını bulmak için gereklidir.

Aynı zamanda, sınıflı toplumun ve sınıf bilincinin karmaşıklığını gösteren toplumsal cinsiyet veya ırksal baskının da işçi sınıfı insanları tarafından gerçekleştirildiği gerçeğini kabul etmek önemlidir. İşçi sınıfı, klişelerle ve ayrımcılıkla dolu bir toplumda oluşur ve bunlar kaçınılmaz olarak onların içine gömülür. Bu, bir sınıf olarak ezilmelerine rağmen, işçi sınıfı bireylerinin kişiler arası ilişkilerinde pekâlâ ezen gibi davranabilecekleri anlamına gelir.

Sorunun temelindeki sınıf boyutunu vurgulayarak ve bu çelişkilere ışık tutarak klişeleri yapıbozuma uğratabilir, işçi sınıfı birliğini güçlendirebilir ve kapitalist sistemi devirme mücadelesine katkıda bulunabiliriz. Bu da ancak işçi sınıfının ve halk katmanlarının kendi iç çelişkilerine rağmen mücadelesiyle sağlanabilir.

Toplumun maddi temelini göz ardı eden çözümler önermek

Yukarıdakilerin tümü göz önüne alındığında, “kimlik” teorilerinin savunucularının klasik bir talebi, bir “çeşitlilik kotası”dır – yani bir temsilci organa seçilecek / atanacak veya bir şirkette vb. istihdam edilecek erkek ve kadınların veya beyaz olmayanların ve engellilerin vb. belirli bir yüzdesinin tanımlanması.

Ancak kota yöntemini uygularken bu aslında, paylaşılacak yer sayısını – örneğin iş alanı sayısını – kabul ediyor ve sadece bir kısmını “imtiyazlı” gruplara değil de mazlumlara verilmesini istiyorsunuz anlamına geliyor. Bu şekilde, örneğin kadınlar ve beyaz olmayan değil fakat hala dışlanan insanlar olmaya devam edecektir. Hala yeterli iş olmayacak ve yine de istikrarsız çalışma koşulları ve düşük ücretler olacak, işsizlik ve sömürü sona ermeyecek. Ancak asıl soru, işsizliğin nasıl ortadan kaldırılacağı ve herkes için nasıl insana yakışır işlere sahip olunacağı olmalıdır. 

Kimlik Politikası teorisinin öne sürdüğü gibi talepler, merkeze sınıftan ziyade bireyi koyan bir teorinin mantıksal sonucudur – bu bir çıkmaz sokaktır. Toplumu, bazılarının baskı yapanlar tarafından baskı altında tutulduğu ve baskının nedeninin ten rengi veya cinsiyet olduğu bireylerin toplamı olarak algılayan bir teoridir. 

Bu teoriler, mevcut sistemi devirmek yerine onu “iyileştirmeyi” amaçlayan önerilerle sonuçlanır ve bu nedenle sistemin parçalarına dahil edilirler. 

Bu bağlamda kadın olduğu için Hillary Clinton kadınların kendisine oy kullanması için çağrıda bulunuyordu; şu anki ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, göçmen kökenli bir kadın olduğu için övülüyor; ve bazıları Obama’nın bir siyah olarak seçilmesinden memnundu. Bu insanlar, bu siyasi figürlerin, güçlü konumlara geldiklerinde, içinden geldikleri ezilen grupların yaşam koşullarını nihai olarak iyileştirmediğini göremediler ki bunun yerine, bunları bu iktidar konumlarına sokan kapitalistlerin çıkarlarına hizmet ettiler. Obama’nın başkanlığı döneminde polis memurları tarafından Afro-Amerikalıların öldürülmelerinin artması ve ilk Siyah Hayat Önemlidir (Black Lives Mater) hareketinin patlak vermesi çok manidar.

Görünürlük talebi

Ezilen grupların yüzyıllardır toplumun sınırlarına itildiği ve maruz kaldıkları zulmün açıkça tartışılmadığı, hatta bazen mağdurların kendileri tarafından bile… Son yıllarda gelişen hareketlerin baskısı altında LGBTQI’ler, POC veya göçmenler gibi ezilen grupların daha fazla öne çıktığı ve uğradıkları adaletsizliğin daha çok anlaşıldığı kuşkusuz doğrudur. 

Artan görünürlük açıkça gereklidir; toplumun geri kalanının ezilen gruplara bakması, onları tanıması ve anlaması gerekiyor. Ama bu yeterli mi?

Görünürlük, toplumun dokusu kökten değiştiği için değil, sistemin bir dereceye kadar Kimlik Politikalarını, kesinlikle hareketlerin baskısı altında içermesi ve yönetici sınıfı tehdit etmeyecek bir şekilde yanıt vermesi nedeniyle arttı: ezilen kimlikler tanınmakta, ancak hayatlarını kökten değiştirebilecek tek özgürlük olan ekonomik özgürlük tanınmamaktadır.

Ezilen gruplar kalıp yargıları kırıp bir miktar görünürlük ve hak kazandılar ama ekonomik sömürüleri ve baskıları devam edecek. Dolayısıyla görünürlük daha iyi ücretler getirmedi ve diğer ezilen insanların yaşam koşullarını maddi düzeyde iyileştirmedi. Ve tabii ki sistemin yapısını değiştirmedi. Aynı zamanda, tam olarak sınırlı oldukları için verilen veya kazanılan haklar, sistemin pusuda bekleyen ve saldıran sağ kanat parçalarının saldırılarına karşı sürekli olarak savunmasızdır. 

Başka bir deyişle, kimlik siyasetinin etkisi, sınıf analizinin yerini almak, ezilen kimlikleri görünür kılmak, onlara tanınma teklif etmek, ama sömürücü ilişkilerden kaynaklanan eşitsizlikle mücadele için herhangi bir ekonomik plan ortaya koymamaktır. Her halükarda, bu politikanın özünde bireycilik ve toplumun siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan ve yönetenlerin devrilmesiyle değil (Marksizmin açıkladığı gibi) fikirler tarafından değiştirildiği fikri yatmaktadır. 

Yine de görünürlük talebinin Black Lives Matter gibi büyük hareketlerin veya Latin Amerika’daki kadın ve transeksüel hareketlerin gelişimine katkıda bulunduğunu kabul etmeliyiz. BLM hareketi, Afro-Amerikalıların ve siyahların Amerikan polis memurları tarafından öldürülmesine yanıt olarak büyük bir destek aldı ve bu, siyah veya Latin çevrelerinde görünürlük ihtiyacıyla bağlantılı oldu, örneğin: “”Bize bakın, biz de ABD’yiz, sadece beyazlar değil”. Bu şekilde kendi alanlarını talep ettiler ve seslerinin duyulmasını talep ettiler. 

Ancak hareketler bu kadar dar bir düzlemde kalırlarsa, asla sistemi devirmeye çalışmayacaklar ve bunun sonucunda da asla zulmü ortadan kaldırmayı başaramayacaklardır. 

Başka bir deyişle, bu hareketler gerçekten de geniş toplumsal katmanların, özellikle de gençlerin hızla radikalleşmesine katkıda bulunmuştur, ancak sonuçlara gelince belirli bir sınırı vardır. 

Sınıflı toplum – tüm baskıların kökü

Kimlik siyaseti toplumun sınıfsal doğasını önemsizleştirir ve bunun yerine cinsiyeti, kökeni, ten rengini veya dini baskın baskı alanları olarak görür. Bütün bunlar aynı anda nasıl doğru olabilir? Çünkü deneyimlerine bağlı olarak her kişiye farklı bir şey uygulanabilir. 

Ve bu anlamda, sınıfı da bir başka ayrımcılık olarak algılarlar ve onu ücret farkının dar bağlamında tanımlarlar. Bazıları cinsiyet baskısına, bazıları ırk baskısına, bazıları ücret/sınıf baskısına maruz kalıyor. 

Yine de diğerleri sınıfsal baskıya –kapitalistlere– maruz kalmazlar, ancak toplumsal cinsiyet baskısına maruz kalabilirler. 

Sınıf unsurunu diğerleri gibi bir baskı olarak ele almak, temel siyasi kusurlara yol açan temel bir analitik hatanın kaynağıdır: Bangladeş’te bir dolarlık ücret için ölen binlerce kadın işçiye, Britney Spears ve uğradığı (kuşkusuz trajik) adaletsizlik.

Bir işyeri kazasının beyaz erkek kurbanı, vücut utandırma (body shaming) kurbanı bir kadından daha az baskı altında (çünkü o bir erkek) görülüyor. Hatta, kürtaj hakkını güvence altına alma mücadelesi elbette çok önemlidir, ancak kadınların genel olarak sosyal/çalışma koşullarını değiştiren taleplerle veya sağlık sisteminin durumunu değiştiren taleplerle bağlantılı değilse, yarı yolda kalır. 

Bir diğer sorunlu unsur da kimlik siyasetinin çıkış noktasının birey olması, onu birleştirici değil, bölücü kılıyor. 

Bunu, örneğin erkek ya da beyaz oldukları için bireylerin mitinglerden dışlanmasında ya da kolektiflerin “kayda değer değil” olarak kabul edilen eylemlerini desteklemeyi reddetmelerinde, hatta “biz konuşacağız, siz dinleyeceksiniz” mantığında görüyoruz.”

Gerçi bu hassas bir nokta. Yüzyıllardır ezilen grupların, örneğin kadınların veya byeaz olmayanların duyulması gerekiyor. Beyaz erkeklerin kolaylıkla çok fazla yer kapladıkları (ve örneğin profesyonel veya siyasi toplantılarda konuşma zamanı) ve başkaları için “yer açmaları” gerektiği doğrudur. Ancak bu, onların “susup dinlemeleri” gerektiği anlamına gelmez. Ezilen grupların örneğin beyaz erkeklerin bakış açısını dinlemesi de yararlıdır – beyaz erkeklerin daha az yer kaplamayı öğrenmesi de gereklidir. Tartışmaya açık bir şekilde söylenebilir ki, beyaz erkekler de ataerkilliğin yarattığı klişelerin kurbanıdır. 

Ancak her şeyden önce eylemde birlik gereklidir. Ve hepimizi birleştiren ortak payda, hepimizin işyerinde ve bunun uzantısı olarak toplumda deneyimlediğimiz sömürüdür.

Baskı ve hak ihlali: sömürücü ilişkilerin araçları 

Marksist analiz, kapitalizmde var olan demokratik ve bireysel hakların baskı altına alınması sorununu kabul eder ve bunu bağımsız bir sorun olarak değil, kapitalist üretim ilişkilerine dayalı sömürü sistemine yapısal olarak bağlı bir durum olarak açıklar. 

İnsanlar katlanarak artan biçimde eziliyor ve işçi sınıfı, kapitalistlerin onları ekonomik olarak sömürmelerine ve onların pahasına kâr etmelerine izin vermek için bilinçli olarak yönetici sınıf tarafından bölünüyor. Sonuç olarak, Marksizm baskı ve sömürüyle birlikte savaşır, aslında baskıyı sömürü prizmasından görür. Sorunu üretim ilişkilerine yerleştirir ve üretim ilişkileri üzerine başka baskıların bindirildiğini bulur.

Ancak analizin ötesinde, eylem düzeyinde birliğin gerekliliğini anlıyoruz. Cinsiyeti, ten rengi, ırkı, dini veya vücut tipi ne olursa olsun, işçilerin tümü kapitalist sömürünün kurbanlarıdır. Herkesin hakkı ihlal ediliyor. Bazı sosyal gruplar, cinsiyetçilik veya ırkçılık gibi başka baskı biçimlerine de maruz kalmaktadır ve bunların elbette altı çizilmelidir. Bu gruplara seslerini duyurabilmeleri için alan verilmeli ve ezilmeleri belirli bir mücadele alanı olmalıdır. Ancak, tüm ezilen işçi sınıfı gruplarının adil bir toplum yaratma mücadelesinde bir araya geldiği ve taleplerini birleştirdiği alanların altını çizmek gerekiyor.

Baskıya karşı mücadele, sömürüye karşı mücadele ile iç içedir, bu nedenle demokratik haklar için mücadele hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, genel bir düzeyde yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesiyle bağlantılıdır.

Lenin’in haklı olarak yazdığı gibi, 

“Kapitalizmin yıkılmasından sonra bile baskılar hemen ortadan kalkmayacaktır, çünkü insanların zihinlerinde ve ruhlarında kök salmış toplumsal kavramların unsuru önemli ve derindir”. 

Sonuç olarak, önümüzde büyük bir mücadele var, bu yüzden onunla mümkün olan en iyi şekilde mücadele etmek önemlidir.


Notlar:

1  Birinci dalga: Birinci dalga feminizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında kadınların mücadelelerini ifade eder; bu, büyük ölçüde kadın haklarının yasal olarak kurulmasına ve merkezi bir oy hakkı talebine odaklanmıştır. Hareketin destekçilerine suffragette adı verildi (Fransızca oy hakkı anlamına gelen suffrage kelimesinden).

İkinci dalga: İkinci dalga terimi, 1960’ların sonlarında Kuzey Amerika ve Avrupa’da ortaya çıkan feminist harekete atıfta bulunarak Marsha Lear tarafından icat edildi. Hareketin özü, üreme sorunlarına olan ilgiden, ataerkil topluma muhalefetten ve aile yaşamında “tuzağa düşen” kariyerleri olmayan beyaz heteroseksüel orta sınıf kadınların hayal kırıklığından doğdu. İkinci dalga feminizmin amacı, kadınları aile içi ve cinsel şiddete karşı savunmaktı ve cinsiyet kimliği üzerinde büyük bir etkisi oldu. İkinci dalga feminizmin özellikleri, yeniden üretim konularını üretim sorunlarına ve kişisel olanı politik olana bağlayarak geleneksel politik fikirlere meydan okuması ve böylece zamanın politik düşüncesini değiştirmede rol oynamasıdır.

Üçüncü dalga: Üçüncü dalga feminizm 1990’larda ortaya çıktı ve ikinci dalga kadın cinsiyeti kavramlarına meydan okudu, çünkü eleştirmenlere göre ikinci dalga feminizm esas olarak orta veya üst sınıf beyaz kadınları vurguladı. Üçüncü dalga feministlerin temel kaygılarından biri kadın bedenlerine saygıdır.

2Postmodernizm tutarlı bir ideoloji veya felsefe değildir – sonuçta tutarlılık ihtiyacını reddeder. Daha ziyade, zamanımızın ideolojik akımlarını görelileştiren, “renklendiren” ve onları özümseme eğiliminde olan bir kavramlar dizisidir. İngiliz Marksist Terry Eagleton şu tanımı veriyor: “ Postmodernizm, klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik fikirlerine, evrensel ilerleme veya özgürleşme fikrine, tek tip çerçevelere, büyük anlatılara veya nihai açıklamalara güvenmeyen bir düşünce tarzıdır. Bu eğitim normlarının aksine dünyayı olumsal, temelsiz, çeşitli, istikrarsız, belirsiz, gerçeğin, tarihin ve normların nesnelliği, kimliklerin verili doğası ve tutarlılığı hakkında belirli bir şüphecilik uyandıran tutarsız kültürler veya yorumların bir toplamı olarak görür.

Bu düşünce tarzının çağdaş kapitalizmde sınıf mücadelesi üzerinde doğrudan bir etkisi olduğunu söylemeye gerek yok. Özünde, kapsamlı bir tarih ve toplum görüşünün devalüasyonu ve sonuç olarak, insan kurtuluşu için herhangi bir büyük ve uzun vadeli projenin inkâr edilmesi vardır. Foucault bunu şu şekilde formüle eder: “Aslında deneyimden biliyoruz ki, başka bir toplumun, başka bir düşünce tarzının, başka bir kültürün, başka bir dünya görüşünün genel programlarını üretmek için çağdaş gerçeklik sisteminden kaçma iddiası, yalnızca en tehlikeli geleneklerin geri dönüşüne yol açmıştır. Son yirmi yılda, var olma ve düşünme biçimlerimizle, otoriteyle ilişkilerle, cinsiyetler arasındaki ilişkilerle, deliliği ya da hastalığı algılama biçimimizle ilgili belirli sayıda alanda mümkün olduğu kanıtlanan çok özel dönüşümleri tercih ederim; tarihsel analiz ve pratik tutum arasındaki ilişkide yapılan bu kısmi dönüşümleri bile, yirminci yüzyıl boyunca en kötü siyasi sistemlerin tekrarladığı yeni bir insan için programlara tercih ediyorum.”

3 Sosyal liberalizm veya sol liberalizm, ekonomik liberalizmin sosyal adaleti ve buna karşılık gelen siyasi alanı içermesi gerektiğine dair siyasi inançtır. Sosyal liberalizm, topluma ve ekonomiye hafif devlet müdahalesi yoluyla bireysel özgürlük ve sosyal adaleti dengelemeye çalışır. Sosyal liberalizmde sosyal adalet, hem sosyal eşitlik ve dayanışma ilkelerini hem de bireysel hakları kapsamayı amaçlar.

Previous post US: Kellogg’s threatens to sack 1,400 workers being on strike since October |Alexandros PARDUNAS
Next post Elections in Chile: a slap in the face of neoliberalism |Giannos NIKOLAOU