|Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinin yayınlanmasının üzerinden 130 yıl geçti. Kitap, Marksistler tarafından uzun zamandır kadınlara yönelik baskının kökeni ile ilgili önemli bir metin olarak kabul edilmekle birlikte, toplumda kadının ikinci sınıf statüsüne yönelik alternatif açıklamaları teşvik edici bulunması nedeniyle de eleştirilmektedir. Christine THOMAS kitabın bugünkü kadın mücadeleleri için önemini ele alıyor|
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabının ilk baskının önsözünde Friedrich Engels kitabı alçakgönüllülükle “Artık arkadaşımın [Karl Marx] tamamlamasının mümkün olmadığı yetersiz bir alternatif” olarak nitelendirdi. Son yıllarında Marx kapitalizmin gelişimi ve işleyişi ile ilgili genel analizinin bir parçası olarak erken toplumlarla özellikle ilgilenmişti. Engels, Marx’ın o zamana kadar yayınlanmamış notlarını derledi. Aynı zamanda bu kitaptan yedi yıl önce Amerikalı avukat ve amatör antropolog Lewis Henry Morgan’ın Kadim [eski, ç.n.] Toplum adlı çığır açıcı eserinin de Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nin (bundan sonra Köken) yazılmasındaki büyük etkisini teslim etti. Engels, kitapta toplumun tarihsel gelişimin anlamanın başlangıç noktasının üretim ve yeniden üretim süreçleri olduğunu ileri sürdü. Ekonomik ve toplumsal güçlerin karmaşık etkileşimi içinde yaşamı nasıl kazandığımız üretim ve toplumsal ilişkileri değiştirir. Devlet ve kadına yönelik baskıyla ilişkili olarak aile gibi toplumsal kurumlar tarihsel olarak özgün ve değişime açıktır. Morgan’ın Kuzey Amerikalı İrokualar ve Polinezya toplumu üzerine yaptığı çalışmayı esas alan Engels, Köken’de geçmişte özel mülkiyetin, devletin, kadınlara yönelik sistematik baskının olmadığı ve ailenin birincil bir toplumsal kurum sayılmadığı eşitlikçi toplumların nasıl var olduğunu göstermeye çalıştı. Son yüz yılda yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırmaların da ışığında, Engels’in argümanının geçerliliğini koruduğunu ileri sürebiliriz. Ancak, Köken yine de kendi zamanının bir ürünü olarak görülmelidir: Kapitalist toplumlardaki kurumları evrensel ve doğal olarak göstermeye çalışan ideolojiye karşı devrimci – yıkıcı bir faaliyet olarak. Ama aynı zamanda 1880’lerde elimizde olan kısıtlı bilimsel verilerin güvenilirliği çerçevesinde.
Sonuç olarak, Köken erken toplumların ve onların evriminin ayrıntıları hakkında kaçınılmaz olarak bazı olgusal yanlışlara sahiptir. Engels de zaten yeni kanıtlar ortaya çıktıkça kitabının gözden geçirilmesi gerektiğini teslim etmektedir.
Engels Morgan’ı yakından takip ederek, komünal ve eşitlikçi “genlerin” sınıfsız toplumların ana toplumsal birimi olduğunu ileri sürer. Terminoloji bu değilse de, günümüz antropologları da bu “genlerin” tarihsel varlığını “hısımlık toplumları” ya da “hısımlığa dayalı anonim topluluklar” tanımlamalarıyla kabul eder. Aynı zamanda üretim araçlarının özel mülkiyeti anlamında bir özel mülkiyetin olmadığı, devlet kurumunun bulunmadığı sınıfsız toplumların tarihin önemli bir bölümünde var olduğuna ilişkin de bir uzlaşma söz konusudur.
Antropologların üzerinde uzlaşamadığı bir nokta, Engels’in bu “genlerin” nasıl var olduğuna ilişkin kurduğu evrimci sıradüzendir. Onun tanımladığı farklı aşamalara ilişkin herhangi bir veri yoktur: Sınırsız “çokeşlilikten”, “eşleşmeye” (kuşaklar arasında cinsel ilişkinin olmaması durumuna), oradan da “grup evliliklerine” (altsoylarla evliliğin yasaklanmasına). Bu aşamalandırma, salt bir spekülasyondur. Kendisinden önce Morgan’ın yaptığı gibi, Engels de çok uzak bir geçmişteki insanların birbirine hitap etme şekillerini (kız çocuğu, baba, karı gibi) ilişkilerin yeniden üretimi ve evlilik sistemlerini incelemek için veri almak hatasına düşmüştür. Gerçekte bu hitaplar görece çağdaş toplumsal ve ekonomik ilişkileri yansıtırlar.
Morgan ve Engels’in komünal genleri basit tarıma dayalı toplumların temel toplumsal örgütlenmesi idi. Bunlar genellikle anasoylu (soyun anadan geçtiği) ve kadının belirgin bir otoritesinin olduğu toplumlardı. Eleanor Burke Leacock (1) İrokualar’da kadınların meyve-sebzelerin, et ve diğer eşyaların depolanmasını nasıl kontrol ettikleri, evlilikleri ayarladıkları ve liderleri aday gösterip indirdiklerini anlatır. Köken’in okuyucularından bazıları bu dönemi “anaerkil”, yani ataerkiden önceki bir dönemde kadınların erkekler üzerindeki kurumsallaşmış kontrolü olarak anlar. Gerçekte buna ilişkin herhangi bir kanıt olmadığı gibi, Engels de “anne hakkı” derken anaerkiyi değil anasoyluluğu kast eder. Engels’e göre anasoyluluk her durumda babasoyluluğu öncelemiştir. Leacock da anasoylu çok sayıda toplumun sonradan babasoylu olduğunu ama bunun tersinin görülmediğini ileri sürerek, bu tezle anlaşık görünmektedir. Ancak babasoyluluktan anasoyluluğa geçen toplumlar olup olmadığına dair elimizde bir kanıt olmadığından, bu soru hala geçerlidir.
Daha da ötesi, bilinen en eski toplumlar tarımla değil, avcılık/balıkçılık ve toplama ile uğraşmaktadır. Leacock ve Richard Lee (2) gibi antropologlar bu topluluklardan kalan insanların doğrudan deneyimlerini ve 17’inci yüzyıl Hıristiyan mezheplerinden bazılarının Labrador yarımadasında yaşayan Montagnais-Naskapi yerli Kanadalıları hakkında yazdığı belgeleri de inceleyerek avcı-toplayıcı topluluklar hakkında çok sayıda çalışma yapmıştır. Açıktır ki, her bir toplumun coğrafi, çevresel vs farklılıklar tarafından şekillenen kendisine özgü bazı özellikleri söz konusudur, ancak bu, avcı-toplayıcı topluluklar tarafından paylaşılan genel özellikleri olması olasılığını ortadan kaldırmaz.
Her zaman bu kuralın istisnaları da olacaktır; o noktada örneğin avcı-toplayıcı bir topluluğun alternatif üretim tarzlarına sahip topluluklarla etkileşime girip girmediğini anlamak önemlidir ki bu etkileşim daha gelişmiş bir teknolojik sistemden avcı-toplayıcılığa geri dönüşü de beraberinde getirmiş olabilir. Aynı zamanda orijinal belgeleri kaydeden yazar veya araştırmacının olası önyargıları ve varsayımları konusunda da dikkatli olmak gerekir. Ancak kafamızdaki tüm bu uyarılarla birlikte avcı-toplayıcı toplumların örgütlenme ilkelerine ilişkin daha genel noktaları işaret etmek mümkündür.
Farklı Ama Eşit
Nüfusu çevreye ve kullanılabilir yiyecek miktarına göre değişmesine karşın, avcı-toplayıcı topluluklar genellikle akrabalık ilişkisi içinde bulunan küçük gruplarda (ortalama 30-40 kişi olduğu varsayılır) yaşarlar. Grupların oluşumu akışkan ve gevşek bağlarla bağlı bir üyelik ve “akrabalığın” esnek bir tanımına dayanır. Bu kişilerin arasında kan bağı bulunması gerekmez. Bu topluluklar yiyecek aradıkları için hareketlidir ve işbirliği, sosyalleşme vs gibi olaylar için bir araya gelirler. Ürünlerin üretimi ile dağıtımı sosyal işbirliğine dayalıdır ve üretim araçları oldukça basittir. Bireysel olarak sahip olunan bazı eşyalar olsa da, üretim araçları toplumsal olarak sahiplenilmiştir ve grup sürekli hareket halinde olduğu için çok az bir birikim söz konusudur. Topluluklar arasında hediye alışverişi olmasına rağmen, üretim doğrudan kullanım için yapılır.
Bedensel olarak yeterli tüm yetişkinler üretim ve dağıtım sürecine katılır. İşbölümü temel olarak cinsiyete dayalıdır. Genel olarak erkekler avcılık sorumluluğunu, kadınlar da meyve-sebze toplama sorumluluğunu üstenir ve herkesin elde ettiği ortak olarak paylaşılır. Engels’in üzerinde çalıştığı topluluklar genellikle küçük tarımsal üretici topluluklar olduğu için kadınların toplayıcı olarak rolleri üzerinde çok fazla durmamıştır, daha fazla çocuk bakımı ve ev yönetimi konusundaki rollerini vurgulamıştır. Yine de Engels, akraba topluluklar içinde kadınların rolünün “kamusal” doğasını vurgularken haklıdır. Çocuk bakımı tüm topluluğun çıkarını korumak için üstlenilen toplumsal bir roldür ve kapitalizmde ya da diğer sınıflı toplumlarda olduğunun aksine, kadınların özel alandaki (hanedeki) rolü ile genel topluluk içindeki rolü arasında yapay bir ayrım söz konusu değildir.
Avcı-toplayıcı topluluklarda kadın ve erkek arasındaki ilişki hem kalıcı hem de geçici olabilir, aynı biçimde yerleşim de kadınyerli (matrilocal) olabileceği gibi erkekyerli (patrilocal) de olabilir. Ancak topluluğun işbirlikçi doğası nedeniyle, ayrılma ne kadın ne de çocuk için ekonomik bir zorluk yaratır. Zira ana toplumsal grup aile ya da hane değil kolektif gruptur; bu nedenle tüm topluluk ekonomik olarak karşılıklı bağımlıdır, kadınlar erkeklere bağımlı değildir.
Leacock, Stephanie Coontz ve Peta Henderson (3), Christine Ward Gaitley (4), bu yazarların tamamı kapitalizmde geçerli olan eşitsiz toplumsal ilişkilerin sınıfsız toplumlara da uyarlanmasının tehlikeleri konusunda bizi uyarırlar. Kadın ve erkek arasındaki işbölümü zorunlu olarak eşitsizliğe işaret etmez. Avcı-toplayıcı topluluklarda kadınların ekonomik katkısı grubun beslenme ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü karşılamaktadır. Kadın ve erkeğin rolleri farklıdır ancak bu iki cinsin biri diğerinden aşağı ya da üstün değildir, her iki cins de topluluk için değerli ve önemlidir.
Leacock kadınların kendi üretimlerini nasıl denetlediklerini ve kendilerinin sorumlu olduğu etkinliklerle ilgili karar alabildiklerini göstermiştir. Çocuklara esas bakanların kadınlar olması ve onların yeniden üretim yetenekleri avcılık yapmalarını normal olarak kısıtlarken (zira bu gebe ve emziren kadınlar için oldukça tehlikelidir), bu durum onları aşağı bir toplumsal statüye yerleştirmez. Gerçekte işbölümü son derece esnektir, kadınlar da gebe veya emzirmiyorsa erkeklerle birlikte ava çıkar. Aynı şekilde erkekler de gerekli olduğunda çocuk bakımını üstlenir.
Görüldüğü gibi, kadınların bugünkü eşitsiz toplumsal statüsü bazı radikal feministlerin (ve feminist olmayanların) yaptığı gibi toplumsal ve ekonomik ilişkilerden soyutlanarak onların yeniden üretimdeki rolleriyle açıklanamaz.
Erkek egemenliğinin güç veya şiddete dayalı olarak ortaya çıktığı yönündeki teoriler de dayanaksız görünüyor. Erken sınıfsız toplumlarda da şiddet ve hatta savaş görülebilse de bunlar çok seyrektir. Leacock’un çalışmaları bu toplumların ana değerlerinin işbirliği, karşılıklılık, dayanışma, cömertlik, sabır ve saygı olduğunu göstermiştir. Avcılık bile kaba ve biyolojik nedenselci “avcı erkek” stereotipinin aksine erkekler ve bazen kadınlar arasında işbölümüne dayanan bir etkinliktir.
Avcı-toplayıcı topluluklar katmanlaşmamış, hiyerarşik olmayan ekonomik ve toplumsal ilişkiler ve refaha dayalı bir toplumsal farklılaşmanın olmadığı topluluklardır. Devlet yoktur. Karar alma ve çatışma çözme yöntemleri müzakere ve oydaşmadır. Çatışmanın çözülemediği durumlar ilgili kişinin topluluğu terk etmesi ile sonuçlanır. Topluluk bazı üyelerini dinlemeye daha fazla eğilimli olabilir ancak bu “otorite” o kişinin yeteneklerinden ya da yaşından kaynaklanır, mülkiyet ilişkilerinden değil. Bunlar topluluğu ikna edebilirler ancak kendi bakış açılarını dayatma ya da insanların belirli bir şekilde davranmasını isteme güçleri yoktur.
Neolitik Devrim
Engels’e göre komünal “genlerin” bozulması ve özel mülkiyetin, sınıfların, bir toplumsal kurum olarak ailenin, kadınlara yönelik baskının ve devletin yükselişine doğru gelişen sürecin arkasında teknolojinin ve üretici güçlerin gelişimi vardır. Köken’in ilk bölümünde şu anda kabul edilemez olan 19’uncu yüzyıl barbarlıktan medeniyete geçiş terminolojisini kullanarak bir evrim şeması ortaya koyar. Artık günümüz antropologları avcı-toplayıcı, tarımsal ve kentsel toplumlardan söz etmektedirler. Engels’in toplumların nasıl değiştiğine ilişkin öne sürdüğü detaylardan bazıları da onun kitabını yazdığı dönemden bu yana açığa çıkan bulgularla yanlışlanmıştır. Yine de bundan 8-10 bin yıl önce üretimde ilk kez arkeolog Gordon Childe tarafından kullanılan “Neolitik devrim” adı verilen ve toplumsal tabakalaşma, iktidar, refah ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve sınıf farklılaşmasını ortaya çıkarma potansiyeli taşıyan devrimsel bir dönüşümün olduğu hemen herkesçe kabul görmektedir.
Bu radikal dönüşümün ana kaynağı toplumların hayvan ve bitkileri evcilleştirmek konusunda kazandığı yeni yetenektir. Engels yanlış bir biçimde hayvan yetiştiriciliğinin bitkisel üretimden önce ortaya çıktığını ileri sürer. Oysa tarihsel kayıtlar göstermektedir ki, bu ikisi büyük ihtimalle Kuzeybatı Asya’nın verimli topraklarında ve Yakın Doğu’da hemen hemen eşzamanlı olarak gelişmiştir. Basit tarım dünyanın en az beş yerinde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış, daha sonra çiftçilerin göç etmesi, bilginin dolaşımı veya fetihler yoluyla yayılmıştır. Tarım Batı Asya’dan Avrupa’ya MÖ 3.500-6.000 yılları arasında girmiştir.
Bunların hiçbiri düzçizgisel süreçler değildir. Bazı topluluk sömürge ilişkilerine girene kadar gıda üretimi yapmamıştır, bazıları buna rağmen direnmiş ve çok yakın bir geçmişe kadar avcı-toplayıcı topluluklar olarak hayatlarını sürdürmüşlerdir.
Engels sıkça Köken’de toplumsal dönüşüme bu şekilde düzçizgisel bakmakla eleştirir, ancak bu kendisinin ve Marx’ın tarihsel gelişim üzerine yazdığı bazı metinlerle de çelişmektedir. Bu eleştirinin nedenini, Engels’in bakış açısından ziyade Köken’i yazdığı tarihte farklı toplumlar hakkında yeterince bilgi ve kanıt olmaması ile birlikte yorumcuların var olan kaynakları değerlendirmekteki hatalarına bağlamak daha doğru olur.
Eski insanların avcılık-toplayıcılıktan tarım toplumlarına geçme nedeni bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilir. Gıda kaynaklarının tükenmesi ya da ekilebilir toprakların genişlemesi gibi çevresel etkiler büyük bir ihtimalle önemli rol oynamıştır. Çevresel olarak zengin bölgelerde yaşayan az sayıda avcı-toplayıcı topluluksa (örneğin Kuzey Amerika’nın kuzeybatı pasifik bölümünde yaşayanlar) göçebeler olarak gıda kaynaklarını sömürmeye devam etmiştir.
Basit tarımsal tekniklere dayalı üretimle birlikte bu manzara değişmeye başlamıştır. Toprağın tarıma hazırlanması, ekilmesi ve hasat edilmesi tarımsal üreticilerin sabit ilgisine muhtaçtır. Zaman içinde akraba toplulukları daha yerleşik hale gelmiş, küçük ve kalıcı köyler kurmaya başlamış ve tedrici olarak göçebe hayatını terk etmiştir. Genişleyen nüfusla birlikte yerleşik hayat, kadın doğurganlığını ve nüfus yoğunluğunu da artırmıştır.
Avcı-toplayıcı toplulukların büyüklüğü hareket halinde olmanın gereklerine ve kullanılabilir gıda kaynaklarının miktarına bağlıdır. Kadınlar birden fazla bebeği taşımak istemedikleri için emzirme ya da cinsellikten kaçınma yoluyla, çok gerekli olduğu durumlarda da kürtaj ya da bebekleri öldürmek suretiyle çocuklar arasındaki yaş farkını ayarlamaya çalışırlar (ortalama dört yıl). Ancak yerleşik hayata geçilmesi ile birlikte kadınlar daha sık aralıklarla doğum yapmaya başlamıştır (ortalama iki yıl). Nüfus yavaş yavaş büyür.
Basit tarımsal üretici toplumlarda üretim genellikle kişiler ya da hane halkı tarafından yapılsa da toprak komünaldir. Aynı biçimde gıda dağıtımı da komünaldir. Toplum geliştikçe akrabalık bağına dayalı olarak kurulan ekonomik ve toplumsal ilişkiler de resmileşmeye başlamıştır. Kaynaklara erişim hakkında toplumsal olarak kabul edilmiş olan; yani üretimin hangi temelde örgütleneceği, işbölümü, topluluk içinde ve topluluklar arasında nasıl dağıtılacağı, kiminle evlenilebileceği gibi normlar gittikçe daha fazla düzenlenir ve yapılandırılır olsa da bu dönemde halen akrabalık ve toplulukça kararlaştırılmış olan işbirliği, dengeli karşılıklılık, karşılıklı görev ve sorumluluklarını yerine getirme gibi komünal değerlere bağlılık söz konusudur.
Sınıflı Toplumun Ortaya Çıkışı
Engels’in açıkladığı gibi, değişen üretim metodlarından kaynaklanan yeni ekonomik ve toplumsal güçler grupların kendi içinde ve gruplar arasında potansiyel çatışma tohumlarını içinde barındırmaktaydı. Grupların üzerinde yükseldiği eşitlikçi ve komünal örgütlenme prensipleri yok sayıldı. Bu, kaçınılmaz ve düz çizgisel bir gelişme değildi ve her toplumun kendi iç dinamiği söz konusuydu. Bazılarında tüm süreç sınıflar arası farklılaşmayı doğuracak şekilde gelişirken, diğerlerinde gelişmenin ara aşamalarında kalındı ve süreç tamamlanmadan topluluklar dağıldı. Pek çok topluluk içinse sınıflı toplum iç dinamiklerinin bir sonucu değil sömürücü güçlerin dışardan dayattığı bir süreç oldu. Daha da ötesi bu süreçler pek çok topluluk için binlerce yıl sürdü.
Avcı toplayıcı topluluklarda üretim topluluğun üyelerinin doğrudan kullanımı içindi. Tarımın gelişmesi ve buna eşlik eden önce çanak-çömlekçilik ve metal işleme daha sonra ise sulama ve saban gibi yoğun üretim tekniklerindeki teknolojik gelişmelerle birlikte grubun acil ihtiyaçlarından daha fazla üretim yapmak mümkün hale geldi. Fırtına, kuraklık gibi olaylar karşısında tedbir olarak artık ürün depolanmaya başladı.
Artık ürün, zanaatkârlar, tüccarlar, savaşçılar ve din adamları gibi bazı birey ve grupların üretimden çekilmesine de olanak tanıdı. Bazı toplumlarda belirli bir prestij kazanmış olan üyeler (yaşlı üye, “büyük adam” gibi) artık ürünün çoğunlukla seremoni ve festivallerle toplanması ve dağıtılması görevini üstlendiler. Grubun adına ve çıkarı doğrultusunda edinilen bu role sahip kişilerin karşılıklılık ve cömertlik ilkelerine uygun olarak aldığından daha fazla vermesi, herhangi bir öncelik ya da kontrol yetkisinin olmaması beklenirdi.
Bazı durumlarda soyun liderliği miras olarak bırakılmaya başlandı ve daha katmanlaşmış olan topluluklarda kaynaklara erişim önceliği olan ama bütüncül denetimi olmayan şefler ortaya çıkmaya başladı. Katmanlaşma, hiyerarşi ve kaynaklara eşitsiz erişim bu topluluklarda yatay komünal örgütlenme prensiplerine rağmen gelişmeye başladı. Baskın soy, grup ya da şef karşılıklılık ilkesinden vazgeçtikçe, akrabalık sorumluluğu olarak denk paylaşım ilkesinden uzaklaşarak ürüne ve emeğe el koymaya başladıkça sınıfsal farklılaşma da ortaya çıktı.
Devletin Konsolidasyonu
Büyüyen eşitsizlik ve sınıf farklılaşması olgunlaştıkça, gittikçe karmaşıklaşan toplumları yönetmek, üreticileri daha fazla üretim yapmaya zorlamak ve emekten vergi/haraç toplamak için özel kurumlara ve baskı güçlerine olan ihtiyaç da paralel olarak arttı. Bu kurumlar da karşılığında yönetici grupların korunması, meşrulaştırılması, güçlendirilmesi ve yönetici pozisyonlarının devam ettirilmesini sağladılar.
Elbette şefliğe ve sınıf egemenliğine dayalı bu yeni sisteme karşı isyan ve ayaklanmalar da oldu. Ancak gelişmekte olan yönetici sınıf ilişkilerinin egemen olduğu durumlarda bile varlığını koruyan hısımlık ilişkilerine yaslandılar. Hısımlar arası işbirliği mekanizması tabakalaşma ve sömürüyü meşrulaştıran ve daha geniş toplumsal kesimler için kabul edilebilir kılan kritik bir işlev gördü.
En başarılı soylar ve onların liderleri atalara ve tanrılara en yakın kişiler olarak görüldü. Onların üretimini, doğurganlığını vs. artıran bu yakınlıktı ve tüm grubun iyiliği için bu kişilerin yönetimde olmaya devam etmesinin gerektiği düşünülüyordu. Din adamlarının ve dinsel kastların rolleri egemen kastların ekonomik ve siyasi iktidarının meşrulaştırılması ile çok ilişkiliydi. Bazı örneklerde (örneğin Mezopotamya) tam da bu kastların içinden çıkmıştı. Süreç hızlandıkça bu ideoloji devlet dini haline geldi.
Farklı toplumlarda sınıf ilişkilerinin nasıl geliştiği farklı elit gruplar arasındaki çatışmanın nasıl çözüldüğüne de bağlıdır. Köken’de Engels antik Yunan ve Roma örneklerinde kölelik formasyonunun oluşumunu tartışır. İlk bilinen sınıflı toplumlar Marx’ın Asya tipi üretim tarzı dediği tarza dayanmaktadır. Ancak bu terim, yanlış bir algıya yol açabilmektedir. Kölelik bu toplumlarda da olmasına karşın, egemen üretim tarzı değildir. Feodal toplumlarda olduğu gibi toprağın özel mülkiyeti yoktur. Toprak köylüleri ve diğer ezilenleri yönetici elitin çıkarları doğrultusunda yol yapımı, sulama, tapınak inşası ve mezarlık alanları yapımı gibi kolektif emek aracılığıyla ya da haraç/vergi yoluyla sömüren devletin malıdır. İlk kent devletleri MÖ 3.700 yıllarında Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Ekonomik kaynakların dağıtımı, din, el sanatları, ticaret, yazı gibi gelişmeler tapınaklar aracılığıyla ve onun çevresinde gelişmiştir. Devlet köylülere üretim araçlarını sunar ve artık ürüne el koyar.
Toplumda kadının statüsünün düşmesi kuşkusuz tabakalaşma, sınıf eşitsizlikleri ve devletin doğuşuna yol açan bu ekonomik ve toplumsal gelişmelerle bağlantılıdır.
Bu gelişmeler Engels’in bazı yorumcularının ima ettiği gibi aniden ortaya çıkan olaylar değildir; farklı gelişme düzeylerindeki farklı toplumlarda farklı ezilme derecelerine tabi olanlarla elitlerin binlerce yıl süren mücadelelerinin uzun ve çatışkılı sürecidir. Engels hiçbir zaman baskın cinsiyetin kadınlar değil de erkekler olduğunu açıklamadı ama elimizdeki kanıtlar gösteriyor ki, hısımlık gruplarında kadın ve erkekler arasındaki işbölümüne bağlı olarak normalde erkeklerin işi olarak görülen artığın üretilmesi, biriktirilmesi ve dağıtılması sürecindeki pozisyonun avantajı söz konusuydu.
Özellikle Afrika toplumlarında kadınların da şef, tüccar ve şaman olduğunu gösteren örnekler varsa da, genellikle erkekler bu pozisyonlara ve artık ürünün üretimi ve korunması için savaşan askerler konumuna geldiler. Bu toplumlarda tarımsal tekniklerin kullanımı yoğunlaştıkça erkekler saban sürme ve sulama işlerini daha fazla üstlerine aldılar. Eşitlikçi, komünal ekonomik ve toplumsal ilişkilerin hüküm sürdüğü toplumlarda cinsiyete dayalı işbölümü bir hiyerarşi yaratmazken artık ürünün artması ile birlikte erkeklerin buradaki rolü bir prestij ve güç kaynağı olarak görülmeye başlandı.
Kurumsallaşmış Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği
Aynı zamanda değişen üretim teknikleri hanenin hısım grubu içinde bir ekonomik birim olarak önemini artırdı. En erken sınıflı toplumlarda, hane üretiminin bir kısmına el koyan devlet haraçların toplanması için hanenin erkek liderine dayandığından hane içinde kadın emeğinin üzerindeki erkek denetimi güçlendi. Sonuç olarak kadın gittikçe artan oranda tek erkek liderli haneye bağımlı hale geldi ve toplumdaki görece özerk konumunu kaybetti. Eşzamanlı bir şekilde daha önce hısım grubunun içinde bir toplumsal rol olarak görülen çalışmaları hanenin özel alanının içine kapandı. Ekonomik olarak egemen olan gruba ait kadınlar da ekonomik özerkliklerini kaybettiler ve erkeklerin denetimi altına girdiler ancak aşağı sınıflardan kadınlarla karşılaştırıldığında artık ürün üretimi için emeği sömürülenlere oranla hala belirli bir oranda güç sahibi olmaya devam ettiler.
Engels’e göre erken hısımlık gruplarında egzogami (dış evlilik) akrabalar arasında evliliği (ensest) zorunlu olarak dışarıda bırakmıyor, ancak farklı gruplar arasında işbirliğinin gelişmesi amacına hizmet ediyordu. Bu gruplarda bazı yapısalcı antropologların (5) ve feministlerin ileri sürdüğü gibi erkekler kadınları mal gibi değiş tokuş etmiyordu. Hısımlık grupları kadınların da karar alma süreçlerine katıldığı toplumsal örgütlenmelerdi (5). Sınıf eşitsizliklerinin artması ile birlikte yönetici sınıfların evliliği refah, güç ve prestiji tek elde toplamanın bir yolu olarak politik bir anlam kazandı.
Ekonomik olarak baskın sınıflar, refahı ve ekonomik gücü yönetici soy ve haneler içinde tutmak istedikçe mirasın, dolayısıyla da babayerlilik ve babasoyluluğun önemi arttı. Eşzamanlı olarak kadınların üremesi ve cinselliği üzerindeki denetim de arttı. Zaman içinde Engels’in “monogam ataerkil aile” olarak adlandırdığı erkeğin tüm hane üyeleri üzerindeki fiziksel şiddet kullanma hakkı da dâhil olmak üzere tam kontrolü bulunan aile tipi, Engels’in sınıflı toplumun gelişmesinde belirlediği aşamadan daha geç de olsa norm haline geldi. Sınıf egemenliğinin konsolidasyonu ile birlikte, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri de kurumsallaştı, hukuk aracılığıyla kutsallaştı, devlet ideolojisi ve din aracılığıyla güçlendi.
Gerçek Özgürleşme
Kadınların ezilmesini tarihsel süreci içine yerleştirerek erkek egemenliğinin ve kadınlara yönelik sistematik baskının evrensel olmadığını gösteren Engels’in kitabı bazı olgusal yanlışlıklar içeriyor olmasına karşın hala değerini korumaktadır. Çalışma bize göstermektedir ki, geçmişteki ekonomik ve toplumsal dönüşümler kadının toplumdaki rolünü nasıl değiştirdiyse gelecek dönüşümler de kadınların yaşamının dönüşümü ve kadınların ezilmesinin sona ermesi için bir zemin sağlayabilir. “kadın özgürlüğünün ilk koşulu”, der Engels, “tüm kadın cinsini tekrar kamusal sanayinin içine sokmaktır”.
Son birkaç on yıldır kapitalizmdeki yapısal değişimlerin dünya çapında pek çok ülkede kadınları yeniden istihdama dahil ettiğini gözlemledik. Bu sürecin kadınların kendi kurtuluşları hakkındaki düşünce ve arzuları üzerinde pozitif bir etkisi olduğu şüphesizse de, toplumsal davranışlara ve kadınların ekonomik, toplumsal ve kişisel özerkliklerini sağlamalarına etkisi kapitalizmin ihtiyaçları ile sınırlıdır. Engels devam eder: “[istihdama tam katılım] monogam ailenin toplumun temel ekonomik birimi olması durumunu ortadan kaldıracaktır”. Engels’in Köken’i yazdığı günden bu yana kuşkusuz hem bir kurum olarak ailenin hem de onun içindeki kadının rolü değişime uğradı. Yine de sistemik bir krizin içinde olan ve çelişkilerle parçalanmış kapitalizm açısından ailenin ekonomik ve ideolojik önemi devam ediyor: Sistem hem kadınları işyerinde düşük ücretli emek olarak sömürmek hem de onları ev içinde ücretsiz bakım işçisi olarak kullanmak istiyor.
Toplumda kadının rolü ve statüsüyle ilgili kapitalist ideoloji de 19 uncu yüzyıldan bu yana değişime uğradı fakat hala kökenlerini ilk sınıflı toplumlarda bulan kar, refah eşitsizliği, iktidar için meta üretimi ve bu üretim üzerinde erkek egemenliği birbiri ile eklemlenerek devam ediyor. Bunun sonucu olarak da kadınlar şiddeti, cinsel tacizi, cinsellikleri ve üreme hakları üzerindeki kısıtlamaları deneyimlemeye, cinsiyetçilik, ayrımcılık, toplumsal cinsiyete dayalı stereotipleştirme ve çifte standartları yaşamaya devam ediyor.
Engels’e göre kadınların toplumsal yaşamda karşı karşıya olduğu sorunların çözümü için “üretim araçlarının mülkiyetinin kamusallaştırılması” gerekiyor. Bu yolla “monogam aile toplumun ekonomik birimi olmaktan çıkacaktır. Özel alandaki ev işleri toplumsal bir işe dönüşecek, çocuk bakımı, çocukların eğitimi gibi konular toplumsallaşacak, çocuklara toplum bakacaktır”. Sosyalist bir toplumda kişisel ilişkiler onları bugün bile sınırlamaya devam eden ekonomik ve toplumsal engellerden özgürleşecektir. Gerçek özgürleşmenin temelleri atılmış olacaktır. Yazılmasından tam 139 yıl sonra Engels’in kadınların ezilmesinin sona ermesi konusunda söylediği sözler tüm gücünü korumaktadır.
Christine Thomas, İtalya’da sosyalist bir örgüt olan „Controcorrente“ ve İşçi Enternasyonali Komitesi (CWI)’nin Yönetim Kurulu üyesidir, Bolonya’da yaşamaktadır.
Notlar:
- Leacock: Myths of Male Dominance, Monthly Review Press.
- Leacock ve Lee: Politics and History in Band Societies, Cambridge University Press, 1982; Lee, The !Kung San, Cambridge, 1979.
- Coontz ve Henderson: Women’s Work, Men’s Property, Verso, 1986.
- Gaitley: Kinship to Kingship, Gender Hierarchy and State Formation, University of Texas Press, 1987.
- Özellikle bknz. Levi-Strauss.
- Bakınız Leacock, Gaitley, Coontz ve Henderson, age.