Keynesçilik ve Kapitalizmin Krizi |George Martin FELL BROWN ve Tony GONG

Views 1375
Okuma Süresi15 Dakika

Hâlihazırdaki iktisadî kriz koronavirüs pandemisi tarafından tetiklenmiş olabilir ama kökleri 2008-09 mali çöküşüne dek geriye giden daha derin krizinde yatar. Süregiden kiriz genel olarak kapitalizmin ve özellikle de neoliberal kapitalizmin kısıtlanmamış serbest piyasasının başarısızlığını görünür kıldı. İşçi sınıfı için bu gerileme, sosyalist değişime duyulan ihtiyacı daha güçlü bir biçimde gösterdi. Yönetici sınıf içinse kriz, onları “serbest piyasa” ortodoksisiyle tamamen zıt bir biçimde ekonomiye müdahale etmeye zorlar. Bu, –genellikle “Keynesçi” olarak betimlenen- doğrudan çalışanların ceplerine para koyarak talebi destekleme önlemlerini içerir.

George Martin Fell Brown ve Tony Gong, 14 Mayıs 2020

Keynesçi önlemlere yönelim, neoliberal siyasaların uzun zamandır savunucusu Financial Times’ın yazı işlerinin, koronavirüs pandemisinin hemen öncesinde “radikal reformlar” için çağrıda bulunduğu, 3 Nisan’da açıklandı: “Yönetimler ekonomide daha etkin bir rolü kabul etmek zorunda kalacaktır. Onlar kamu hizmetlerini sorumluluktan ziyade yatırım olarak görmeli ve emek piyasalarını daha az güvenceye sahip kılmanın yollarını aramalıdır. Yeniden bölüşüm yeniden gündemde olmalıdır; yaşlıların ve zenginlerin ayrıcalıkları söz konusudur. Temel gelir ve zenginliğin vergilendirilmesi gibi, yakın zamana dek eksantrik olarak görülen siyasaların karışıma dahil edilmesi zorunlu olacaktır.”

Krizin son raundu, devlet müdahalesine doğru, 2008-09’unkinden daha ciddi bir yönelimi gördü. Bir hafta içinde ABD-Kongresi’nden geçen hükümetin iktisadi teşviki GSYH’nin %10’unu aştı. Karşılaştırıldığında, 2008 kurtarma paketinin yasalaşması birkaç ay sürmüştü ve GSYH’nin %5’ine denkti. Elbette “teşvik”in ezici hacmi ABD’nin bankalarını ve şirketlerini kurtarma paketidir. Başka yerlerde ele aldığımız gibi, kriz, şirketlerin, on yıl önce, kurtarma paketinden hemen önce nasıl borca battığını açığa çıkardı. Bu Kitabı Mukaddes ölçeğinde bir mali krizi yaratmakla tehdit eden altta yatan zayıflığın bir örneğidir. Bununla beraber koronavirüs karantinası en başta tüketici harcamalarını sert bir biçimde kesti ve şimdi milyonlarca işçiyi işten çıkarmış olan kapitalistler, hükümetten talep açığını, teşvik çekleri ve işsizlik ödemeleriyle telafi etmesini beklemektedir.

Bu tür bir önlem sadece ABD’de alınmadı. Britanya’da Boris Johnson’ın muhafazakâr hükümeti, işsiz kalan işçilere 25,000 £’a kadar gelirlerinin %80’ini veren bir programı uyguladı. Avrupa Merkez Bankası, AB üyesi devletlerin harcama sınırını kaldırdı.

Dün sert kemer sıkma önlemleri uygulayanlar dahil, kapitalist hükümetler neden aniden işçilere nakit vermeye başladı ve bu önlemler nereye gidiyor? Teşvik çekleri krizi durdurabilecek mi? Bu 180 derecelik dönüşü anlamlandırmak için sosyalistlerin Keynesçiliğin ne olduğunu anlaması gerekir. 1930’ların Yeni Uzlaşması’yla [New Deal] çoğu zaman eşanlamlı olsa da bu, sosyal refah anlamına gelmez; kapitalist ekonominin nasıl işlediğinin özgül bir kavrayışıyla bir dünya görüşünü temsil eder.

Keynesçilik Nedir?

Keynesçilik, kapitalist ekonomiyi, dört dilime (tüketim, kamu harcamaları, iş yatırımları ve net ihracat) bölünmüş tüm harcamaların toplamı olarak gören burjuva iktisadi düşünce ekolüdür. İktisadi bir sıkıntı dilimlerden birinin harcamayı reddetmesi ve çözüm ise bir başka dilimin harcamaları arttırması olarak görülür. Krizi önlemek için hükümetler, teşvik edici harcamaların faiz oranlarını düşürmek ya da mali harcamalara doğrudan müdahale etmek gibi bir dizi iktisadi kaldıracı ayarlayabilir. Keynesçiler hâlihazırdaki krizi, üretimde azalmayla birleşen “şirket yatırımlarında ve özerk tüketimde azalma” olarak karakterize edebilir: ihracat sektörü boşluğu dolduramamaktadır devlet teşviki çözüm haline gelir.

Bu önlemlerin amacı öncelikli olarak çalışanlara yardım etmek yerine, her şeyden daha çok iş dünyasını kurtarmaktır. Keynes’in 1931’de söylediği gibi, “hedefimiz işsizliğe çare bulmaksa, her şeyden önce iş dünyasını karlı kılmamız gerektiği aşikârdır”. Son teşvik çekleri, yetersiz olmasına rağmen, işçilerin zorunlu gereksinimleri satın almak ve kira ödemekte kullandığı cankurtaran halatı olsa da, yönetici sınıfın birincil amacı bu değildir. Yönetim teşvik çeklerini, çalışanlar harcamalar aracılığıyla parayı şirketlere geri verebilsin diye dağıttı. Ama eşzamanlı olarak, devasa açığa sahip yönetimler, toplumsal harcamalarda devasa kesintilere gitmeye hazırlanıyor. Teşvik önlemleri geçici olacaktır ve yönetici sınıf krizin maliyetini işçi sınıfının sırtına yüklemek için bulabildikleri her yolu deneyecektir.

Britanyalı iktisatçı John Maynard Keynes kuramsal çerçevesini ilk kez Büyük Buhran sırasında geliştirdi. Zamanın başat ortodoks iktisat kuramlarının krizi açıklayamaması ve siyasa çözümlerine işaret edememesi göz önünde bulundurulduğunda, yönetici sınıf pragmatik bir biçimde bir çıkış olarak Keynesçiliğe yöneldi. 1932’de bütçe kesintileri için kampanya düzenleyen Roosevelt, geri adım atmaya zorlandı ve 1933’te milyonlarca işçiye, yoksulluk düzeyinde ücretlerle olsa da, çok gereksinilen istihdamı sağlamak için Yeni Uzlaşma’yı başlattı. Kapitalistler, 1934’te itibaren milyonlarca sanayi işçisinin sendikalaşmasına yol açan tarihsel bir grev dalgasıyla da yüzleşti. Sistemlerini işçi hareketlerinden korumak için yönetici sınıf ödün verdi. 

Buna rağmen, Yeni Uzlaşması sürdürülebilir bir iktisadî canlanma sağlamayı başarısız oldu ve ülke 1937-1938’de yeniden durgunluğa girdi. Bu, kârlı yatırımların yeni alanlarını yaratmak ve kapitalizmin yeniden canlanmasını sağlamak için, İkinci Dünya Savaşı’nda devlet yönetiminde savaş üretimini ve sermayenin kütlesel yok edilmesini gerektirdi.

Yapısal Keynesçilik

Savaştan sonra yönetici sınıf, özellikle Batı Avrupa’da ve daha düşük ölçekte ABD’de, yaygın sosyal refah sistemlerine yol açan, “yapısal Keynesci” siyasaları benimsemeye siyasi olarak zorlandı. Büyük Buhran’dan ve ardından da İkinci Dünya Savaşı’nın cehenneminde savaşmaktan hayatta kalan işçi sınıfından milyonlarca askerin geri dönüşü, yönetimlerine koşulların eski durumuna geri dönebileceğini açıklığa kavuşturdu. Avrupa’da, ekonomilerin çöküşüyle yüzleşen ve faşizmle işbirliği nedeniyle güvenilirliğini yitirmiş kapitalist siyasi müesses nizam, Sovyetler Birliği’nin ortaya koyduğu siyasi tehdide bir alternatif sunmak zorundaydı.

Keynesçilik Bretton Woods sistemi aracılığıyla dünya ekonomilerinde önemli bir rol oynadı: İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1971’e dek süren sıkı bir biçimde düzenlenmiş uluslararası para düzeni. Özünde tüm uluslararası para birimleri ABD dolarına bağlıydı (Bretton Woods’un yazarlarından biri ve iktisadi milliyetçi olan Keynes’in şiddetli bir biçimde mücadele ettiği bir düzenleme –o dünya ticaretini Britanya’ya bağlamak istiyordu). Bunun, ulusal merkez bankalarının parasal özerkliklerinin bir kısmını kaybetmesi pahasına, uluslararası kalkınmaya yardım etmek için üye devletlerin enflasyonunu ve faiz oranlarını denetim altında tutacağı varsayıldı.

Keynesçiler, çökmüş ekonomilerin yeniden başlatılması gereksinimi bağlamında devlet müdahalesinin hazır uluslararası kabulüyle, bir dizi gelişmiş ülkede, devlet planlamasının unsurlarıyla ulusal sanayinin gelişmesini teşvik eden “sanayi siyasaları” uygulayabildi. Günümüzün ölçütleriyle kesinlikle radikal olan bu önlemlerin öncelikli hedefi, kâr makinesinin yeniden başlatılmasına yardım etmekti. Gerçekten de Keynesçiler, sanayi siyasalarını, devasa toplumsal harcamaları ve uluslararası ticaret örgütlerini iktisadî kaldıraçlar olarak kullanarak, 1950’lerden 1970’lere dek kapitalist tarihin en uzun patlamasını yönetti. Keynescilik ani yükseliş ve düşüş döngüsünde ustalaşmış göründü.

Keynesçi iktisadî kaldıraçların bir etkisi olmuş olsa da uzun (iktisadî) patlamanın arkasındaki esas maddi etmenler İkinci Dünya Savaşı’nda sermayenin yerle bir olması, emperyalistler arası rekabeti bastıran ABD emperyalizminin tahakkümü, hızlı nüfus artışı, yeni üretken teknolojilerin icat edilmesi ve daha çok kadının işgücüne katılmasıydı. Çoğu zaman, toplumsal harcamalar için vergi ödemeye ya da sermaye kullanımı ve akışı üzerindeki kısıtlamalara karşı her yolu kullanarak mücadele eden kapitalist sınıf, benzeri görülmemiş iktisadî genişleme çağında her ikisine de geçici olarak hoşgörü gösterebildi.

Patlama sürdürülebilir değildi. “Kapitalizmin Altın Çağı”nın sonrasındaki yıllarında üretkenlik artışı yavaşlamaya başladı.

Kapitalizm, “aşırı birikim”e, sanayi sermayesinin (aşırı üretimine) yönelik içkin bir eğilime sahiptir: üretime, genel gider maliyetlerini arttıran, daha fazla makinenin devreye sokulması toplumun soğurabileceğinden daha hızlı bir biçimde üretimi arttırır, bu da kârlılığı azaltır. Savaş sonrası patlama bu eğilimi sergiledi ve yavaşlayan patlama, gelişmiş kapitalist ülkelerin, ağır enerji açığı yaratan ve sert bir durgunluğu tetikleyen, OPEC’in petrol ambargosuna maruz kalmasıyla 1973’de sona erdi.

Keynesci siyasalar faiz oranlarını düşürerek hammadde açığının üstesinden gelemedi. Sonuç artan enflasyondu. ABD emperyalist savaş makinesinin Vietnam’daki devasa harcamaları, ekonomiye bir şey kazandırmaksızın aşırı enflasyonu körükledi. “Stagflasyon” olarak bilinen durgun büyüme ve enflasyonun bileşimi, Keynesciliği yönetici sınıfın gözünden acımasızca düşürdü; yönetici sınıf Bretton Woods sistemini terk etti; kamu harcamalarına saldırdı ve neoliberalizme yöneldi.

Günümüzdeki krizin ölçeğine ve son kırk yıla hakim olan neoliberal modelin gözden düşmesine rağmen bu, yönetici sınıfın yapısal Keynesçiliğe geri dönebileceği ya da döneceği anlamına gelmez. Zorunlu toplumsal koşullar, patlayan bir ekonomiyle ulusal kapitalizmler arasındaki sıkı eşgüdüm artık yoktur. Bugün gördüğümüz Keynesçilik 1930’ların ad-hoc önlemlerine daha fazla benzeyecektir çünkü dünya ekonomisinin derin çöküşüne ve emperyalistler arası, özellikle ABD ve Çin arasındaki, rekabetin keskinleşmesine doğru ilerliyoruz. Elbette kitlesel baskı ya da devrim tehdidi karşısında yönetici sınıf hala büyük ödünler verebilir.

Sorun Neoliberalizm mi Yoksa Kapitalizm mi?

1970’lerin krizinden bu yana yönetici sınıf iktisadî yaklaşımını Keynesçilikten, kapitalizmin özellikle parazitik bir biçimi olan neoliberalizme kaydırdı. Bir ideoloji olarak neoliberalizm, serbest piyasaların ve özel mülkiyetin korunması adına, ekonomideki devletin rolünün sınırlandırılmasıyla tanımlanır. Uygulamada neoliberalizm kamu hizmetlerinin büyük ölçekli özelleştirilmesi, uluslararası piyasaların serbest ticarete açılması, para birimlerinin ve borçların istikrarlandırılması ve işçi sınıfına karşı ilan edilen açık sınıf savaşıyla karakterize olur. Ayrıca mali sermayenin artan rolü ve krediler devasa genişlemesiyle de karakterize olur. Bunların tümü, çelişkilerin yığılmasıyla belirli bir aşamada kaçınılmaz bir biçimde patlayacak kârlılık sorununa belirli bir düzeltmeyi temsil eder.

Keynesçiliğin savunucuları, özellikle soldakiler, neoliberalizmin yükselişini ya açgözlülüğün ya da cehaletin ürünü olarak resmeder. Bu duygu neoliberal kapitalizm krizle karşı karşıya kaldığı 2008’den bu yana güçlendi. Ama yönetici sınıf neoliberalizmi, azalan karlılığa, durgunluğa, enflasyona ve karlı yatırımlar bulamayan şirketlerin iflaslarına tanıklık eden Keynesçiliğin 1970’lerdeki kendi krizine yanıt olarak benimsedi.

Neoliberalizm kütlesel miktarda spekülatif etkinlikle, kamu sektörüne vergi kesintileri ve özelleştirmeyle saldırırken üretimin hızlandırılması, daha uzun çalışma saatleri ve ücret kesinleriyle işçilerin sömürü oranını devasa bir biçimde arttırarak, karlılığı restore etmeye hizmet etti. Bunların hiçbiri, 2000’den sonra ABD’de kendisini yeniden ortaya koyan ve halihazırdaki krizin altında yatan etmen olan üretkenlik artış oranındaki gerilemeye çözüm üretmedi.

Paul Krugman gibi yeni Keynesci iktisatçılar, bir bütün olarak kapitalist sistemden ziyade neoliberalizmin anahtar özellikleri olan laissez-faire (“bırakınız yapsınlar”) sisteminin yanı sıra düzensizleştirilmiş piyasaları krizin kaynağı olarak gördü. Onlar 2008–09’dan sonra özellikle Avrupa’da ekonomiyi sağlığına kavuşturmakta başarısız olunca, siyasi kurumun kemer sıkma çılgınlığına işaret etti.

Gerilemekte Olan Bir Sistem

Burada Marxizm ve Keynesçilik arasındaki önemli bir farklılığa işaret etmeliyiz. Marxistler kapitalizmi uzun süreli bir gerileme olarak görür. Kapitalizm, 18. ve 19. yüzyıllarda, insan üretkenliğinin kütlesel ve benzeri görülmemiş bir genişlemesine yol açtı. Birinci Dünya Savaşı, uyumlu bir temelde ulus-devlet ve dünya ekonomisinin daha fazla gelişmesi arasındaki olanaksız çelişkinin bir dışavurumuydu. Savaşalar arası dönem altta yatan krize bir çözüme tanıklık etmedi –bu dönem durgunluk ve toplumun devrim ve karşı devri arasına gidip gelmesiyle damgalandı. Savaş sonrası patlama istisnai bir evreydi. Üretkenlik yavaşladı ve 1970’lerin kârlılık krizi, bir toplum sistem olarak kapitalizmin uzun süreli bir gerilemesinin başlangıcıydı.

Keynesçiler sistemin gerilemekte olmadığına ve düzeltilebileceğine inanır. Onlar krizleri “yetersiz tüketim” bağlamında görür: işçi ücretlerinin ve yaşam koşullarının aşağı çekilmesi talebi azaltır; bu da şirketlerin ürünlerini satmasını engeller. Bu süreç, Marxist terminolojide “gerçekleştirme krizi”, kesinlikle bir krizin nedenidir. Ama öykünün tamamı değildir.

İktisadî darboğaz sırasında ekonominin dilimlerinden biri, üretime yatırım yapmayı reddeder ya da yapamaz. Bu üretimde ve genel olarak iktisadî etkinlikte gerilemeye yol açar; bu da işçi sınıfı için işsizlik ve yaşam koşullarının çöküşüyle sonuçlanır. Şirketler küçülür ya da iflas eder ve işçi sınıfı yükselen yoksulluk ve işsizlikle yüzleşir. Bu gerçeklik, yetersiz tüketimin Keynesçi kuramının temelini, işçilerin şirketlerin kârlı olabilmesi için yeterince harcamaması, oluşturur. Keynesçiler, devlet müdahalesi talebi teşvik edebilirse, yatırımın geri döneceğini ve kapitalizmin krizlerinin önlenebileceğini ileri sürer. 

Bu kapitalizmin krizlerine tek taraflı bir yaklaşımdır. Keynesçilik, ekonomiye yüzeysel bir biçimde, bir kalemdeki negatif bir sayıyı düzeltmenin bir başka kalemdeki tamamlayıcısına eklemek anlamına geldiği, bir muhasebeci gözüyle bakar. Şirketlerin, hep birden, üretime yatırım yapmayı düzenli aralıklara neden reddettiği sorusuna yanıt veremez. Marxistler bunu anlar çünkü tüm kapitalist sistem kâr için dişe diş rekabetle yönlendirilir; öyle ki şirketler, tıkanmış ve doymuş piyasalarla sonuçlanacak şekilde, aşırı meta ve sermaye üretir.

Yakın geçmişteki iktisadî canlanma sırasında bile şirketler üretimi genişletecek yatırımlara git gide daha az yöneldi. Örneğin şirketler kârlarının büyük bir kısmını,  hisse senetlerinin geri alınması dahil mali kumarhanelere yönlendirdi. Halihazırdaki krizde, kârlı yatırım bulamayan Apple’ın, 2019’da 200 milyar dolarlık nakdî istiflemesi biçiminde aşırı üretime tanıklık ettik. Bu yeniden üretkenlik artışının uzun dönemli krizine ve kapitalistlerin, geçmişte, özellikle savaş sonrası patlama sırasında, olduğu gibi, üretim güçlerini hakikaten genişletme konusundaki yetersizliğine işaret eder. Şirketler yakın geçmişteki “patlama” yıllarında yatırım yapmayı reddettilerse, onlara iflas yıllarında para vermenin Keynesçi siyasası neden onları yatırım yapmaya yönlendirsin ki?

Hem neoliberalizm hem de Keynesçilik kapitalizmin yüzleştiği farklı krizlere yanıt olarak geliştirildi. Ve her ikisi de uzun dönemde kapitalizme istikrar kazandırmakta başarısız oldu. Bu hâlihazırdaki krizden bizi çıkarmak için ne yapılması gerektiğini sorusunu gündeme getirir.

Keynesçilik Krizleri Çözebilir mi?

Kamu harcamaları talebi kısıtlı ölçüde arttırabilir ve kapitalizmin krizinin belirli konjonktürel görünümlerini çözebilir. Yeni Uzlaşma (New Deal) çok gereksinilen istihdamı ve milyonlarca ABD’li işçi için destek sağladı. Günümüzde koronavirüs karantinasının doğrudan etkisi altında belirli kamu harcamaları krizin en kötü görünümlerinin etkisini azaltabilir.

Ama bu sadece belirli sınırlar içinde işler. Yine Roosevelt’in Yeni Uzlaşması dolar gibi güçlü bir para birimine sahip gelişmiş kapitalist bir ülkede sürdürülebilirdi ve kendi başına ekonomiyi buhrandan çıkaramazdı. Savaş sonrası patlamayı tutuşturmak için İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı ve açıklandığı üzere diğer koşullar gerekti. Halihazırdaki çöküşü çözmenin önündeki apaçık bir sorun, savaş ya da doğal bir felaketin aksine, bu tür bir dinamiğin ortaya çıkışına izin verecek şekilde sermayeyi yok etmemesidir.

Şimdi ABD’de Keynesçi önlemlerin pragmatik ve isteksizce benimsenmesinin yanı sıra acımasız kemer sıkma siyasaları ve hatta özelleştirmeler görmemiz olasıdır. Devletin teşvik çekleri göndermesiyle eşzamanlı olarak eyaletler sosyal hizmetlerde devasa kesintilerle tehdit etmektedir ve Cumhuriyetçiler Postanenin iflas edeceği düşüncesinden açıkça hoşlanmaktadır.

Uzun vadede Keynesçilik krize bir çözüm sağlayamaz. Ekonomiye trilyonları pompalamak yatırımların cesaretini kıran tıkanmış piyasaları ortadan kaldırmayacaktır. 2,2 trilyon dolarlık hazine teşviki, geçici olarak mali piyasaları sakinleştirdi ama şimdi burjuva iktisatçıları “V” şeklindeki hızlı canlanma üzerine tamamen gerçekçi olmayan konuşmaları bıraktı.

Japonya’nın otuz yıllık Keynesçi siyasalarla deneyimi, bu siyasaların ciddi kapitalist krizleri çözmedeki yetersizliğini daha da sergiler. 1990’ların başında Japon ekonomisi çöktü ve devlet, 2000’lerin başındaki kemer sıkma siyasaları hariç, bugüne dek süren kamu harcamalarını arttıran projelerle, düşürülmüş faiz gelirleriyle ve diğer Keynesçi önlemlerle yanıt verdi. Dünyadaki en yüksek borcun GSYH’ye oranını biriktirme pahasına Japonya’nın Keynesçi önlemleri, kısa süreli durgunluklar serpiştirerek, son otuz yılda yıllık reel GSYH’nin ortalama %1’i kadar arttırdı. Şimdiki Başbakan Abe, düzensizleştirmeyi ve emek karşıtı yasaları şirketlere ödemelerle birleştiren, “Abekonomisi” [“Abenomics”, Abe ve ekonomi sözcüklerini birleştiren türetilmiş bir sözcük-ç.n.] olarak adlandırılan, kendi sağcı Keynesçiliğini uygulamaktadır. Tüm bunlar sürdürülebilir büyümeyi restore etmekte başarısız oldu ve aksine işçileri istikrarsız, yarı-zamanlı ya da kısa süreli işlere kaydırdı. Derin toplumsal krizler ya da Keynesçi toplumsal ve altyapı harcamalarının önlemeye yardım ettiği, yenilenmiş sınıf mücadelesi, Abe’nin sağcı reformları sırasında yeniden alevlenebilirdir.

Keynesçilik ve Sosyalizm

Sosyalistler için Keynesçi önlemlerin, sağcı yönetimler tarafından bile git gide artan benimsenişi yönetici sınıfın ikiyüzlülüğünü ifşa eder. Bernie Sanders Herkes İçin Sağlık Hizmeti [Medicare for All] çağrıda bulunduğunda, Biden ve diğer muhafazakar Demokratların kesintisiz “bunu nasıl ödeyeceksin?” nakaratıyla karşılandı. Ama Merkez Bankası, mali piyasalara destek olmak için, 2,3 trilyon dolarlık yardım paketinin bir kısmını, şirketler ve eyaletler için hisse senetlerine ve batık bonolara harcamak istediğinde hiç kimse onlara bunu nasıl ödeyeceğini sormadı. Büyük şirketleri kurtarmak için para bulabiliyorsan, çalışanları kurtarmak için neden para bulamayasın?

Bununla beraber Keynesçi önlemler şirket teşviklerini içerirken aynı zamanda sosyal refah programlarını da içerir. Keynes’in fikirleri, işçi sınıfı çıkarları için hakikaten mücadele etmek isteyen reformist soldaki eylemciler arasında gitgide artan bir destek buldu. Bernie Sanders gibi bazıları Keynesçi siyasaları, neoliberalizm tarafından aşındırılmış İskandinav refah devletlerine işaret ederek “demokratik sosyalizm”in örnekleri olarak gördü. Keynesçi siyasaların kapitalizmi dokunulmamış olarak bıraktığını kabul eden diğerleri, bu tür siyasaları, sosyalizmi barışçıl araçlarla aşamalı olarak elde etmenin yolu olarak görür. Her halükarda bu sol Keynesçiler kapitalizmi ve onun krizlerini Keynes’in kullandığı aynı merceklerle görür, krizler konusunda genel olarak kapitalizm ziyade neoliberal kapitalizmi sorumlu tutar. Devrimci Marxistler ise şeylere farklı bir biçimde bakar.

Kapitalizmin mantığı sermayenin aşırı birikimine ve aşırı üretime daima neden olacaktır; bunlar sırası geldiğinde de krizleri yaratır. Çok fazla zenginliği olan toplumun işsizlik ve yoksulluk yaratması absürttür ama sorun bu zenginliğin işçi sınıfı tarafından yaratılması ve ona kapitalistler tarafından el konmasıdır.  Kendi yarattıkları zenginlikle kuşatılmış işsiz işçilerin bu çelişkisini, sosyalistler planlı bir ekonomi aracılığıyla çözmenin yollarını arar.  Büyük şirketler planlı bir ekonomide işçilerin demokratik kamusal mülkiyetine alınırsa, ekonomiyi kârdan ziyade mal üretmeye yeniden yönlendirebiliriz böylece de aşırı üretimden kaçınabiliriz. Üretimin azaltılması gerekiyorsa kârın boyunduruğundan kurtarılmış sosyalist bir ekonomi basitçe işçileri yeniden eğitebilir ya da işçiler gelir kaybetmeksizin tam istihdamı sürdürmek için haftalık çalışma saatlerini azaltabilir. Bunun maliyeti de modern üretimi yarattığı, %1’in elinde toplanan muazzam zenginlikle karşılanır.

Keynesçilik temelden sosyalizm ile bir ilgisi yoktur, bilakis kapitalizmi kendi kendisinden kurtarmak için bir girişimdir. Ve solcu Keynesçi siyasaları tamamen uygulamak olanaklı olsaydı bile, kapitalist sistem, (daha fazla düzenleme, sosyal hizmet ve seçici kamu mülkiyetiyle) dokunulmamış olarak kalırdı. Bu, Keynesçiliğin “yeterince radikal olmadığı” için ahlaki bir eleştirisi değildir. İşçi sınıfının lehine reformlar da büyük şirketlerin kârını azaltabilir; bu da, söz konusu reformların, sürekli olarak, kapitalistlerin kâr elde etme mücadelesinin çıkarları gereği azaltılma ya da tersine çevrilme tehdidi altında oluğu anlamına gelir.

Bernie Sanders, bir tartışma sırasında, Herkes İçin Sağlık Hizmeti [Medicare for All] gereksinimini gündeme getirdiğinde Joe Biden kamusal sağlık sigortası sistemine [single-payer health care] sahip olmasına rağmen koronavirüs krizine uygun bir biçimde müdahale edemeyen İtalya’yı işaret ederek yanıt verdi. Biden’in Herkes İçin Sağlık Hizmeti’ne karşı çıkışı kabul edilemez ama 2001’den bu yana İtalya’nın ulusal sağlık sistemini, özel sağlık hizmetlerinin kârlı bir uzantısına dönüştürmek için tıkadığı da gerçektir. Herkes İçin Sağlık Hizmeti gibi reformlar için mücadele etmeliyiz ama bunun ötesine de geçmeliyiz: tüm sağlık hizmetleri endüstrisini ve küresel ekonomiye hakim olan büyük şirketleri ve bankaların tümünü kamu mülkiyetine almalıyız.

Marxistler reformizmi reddederken, reformlar için mücadeleyi reddetmez. Marxistler reformlar için Rus devrimci Leon Trotsky’nin “geçiş [programı] yöntemi” olarak adlandırdığı şeyin bir parçası olarak mücadele eder. Bu, bilincin günümüzdeki haliyle ile toplumun sosyalist dönüşümünün gerekliliği anlayışı arasında bir köprü inşa edilmesine yol açar. Asgari ücretin yükseltilmesinden kira denetimine ve büyük şirketlerin vergilerinin yükseltilmesine doğrudan işçi sınıfının lehine olan reformlar için mücadele ederiz ama enerji endüstrisini ve büyük bankaları demokratik işçi denetiminde kamu mülkiyetine sokulması gibi, kapitalizmin ötesini işaret eden talepleri de gündeme getiririz. Ama biz bu reformlar için işçi sınıfının örgütlü seferberliğiyle mücadele ederiz; bu reformlar kapitalistleri zeki para politika hilelleri ya da politik kurnazlıklar benimsemeye ikna ederek kazanılmayacaktır.

Dahası herhangi bir reformun sınırlılıklarına ve bunun ötesine geçme gereksinimine işaret ederiz. Koronavirüs kriziyle ilgili programımızda şunlar için çağrıda bulunduk: tüm asli çalışanlar için “risk ödemesi; pandemi ya da durgunluk nedeniyle işlerini kaybederlerse tüm işçilere tam ücret ödenmesi; kira ve mortgage ödemelerinin dondurulması; evsizlere barınak sağlanması için acil durum planı; kapatılmış hastanelerin yeniden açılması; ücretsiz tıp kliniklerinin kurulması için boş binalara el konulması; tıbbi personel için hızlandırılmış eğitim ve istihdam; güvenlik standartlarına uymayı reddeden işyerlerine el konması. Bu tür talepler krize doğrudan müdahaleyi demokratik işçi denetimi ve yönetiminde ekonominin kamu mülkiyetine alınması gereksinimine bağlar.

Kapitalizmin krizine tek kesin çözüm en büyük 500 şirketin kamu mülkiyetine alınması ve ekonominin demokratik ve akılcı planlanmasıdır. İşçilerin ve tüketicilerin demokratik kararları, üretimin gerekli olduğu yere yöneltildiğini sağlayacak şekilde harcama ve gelirleri dengeleyebilmesi için, kâr motifi devreden çıkarılmalıdır. Bu tür sosyalist planlama aracılığıyla herkes için saygın yaşam koşullarını elde edebiliriz; iklim değişikliğine çözüm üretebiliriz ve kapitalizmin yüzleştiği krizleri ortadan kaldırabiliriz. 

Çeviren: S. Erdem Türközü

ISA

Previous post Irkçılığa Karşı Kitlesel Hareketler ABD’yi Süpürüyor |Keely MULLEN
Next post Çin’in Gelişiminin Kendine Has Özellikleri |Ianka PIGORS, Doreen ULLRICH

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.